Mars altında Osmanlı sohbeti

Mars altında Osmanlı sohbeti
İstanbul’dan başkasını gözü görmeyen güzide basınımız bulutların gadrine uğrayınca “Mars Türkiye’den görünmedi” manşetlerini solumuş. Öyle ya, İstanbul’dan gayrı ne var ki Türkiye’de?
Oysa Mars o gece Uşak semalarını başka yıldızlarla paylaşma yarışındaydı. Uzun zaman “yedi kandilli süreyya”nın tepesinden seyretti bizi. Vedalaştığımızda gecenin 2’siydi, astigmatlı gözlerime bir yıldız gibi mızraklı gülümsediğini hatırlıyorum.
O, lacivert gökyüzünde kulaç atarken ben de aşağıda bir avuç genç insana Osmanlı tarihinin yol haritasını çizmekle meşguldüm. Mars’ın soluk ışığı altında, ılık bir yaz rüzgârı eşliğinde 30 civarında meraklı tarih öğretmeniyle Osmanlı tarihinin bilinmeyenlerini keşfe çıkmıştık. Sorular ve cevaplarla kızışan sohbet ertesi sabaha sarktı. Kahvaltının ardından yeniden çıktığımız tarih yolculuğu sorularla o kadar uzadı ki, otobüsü kaçırdığımın farkında bile olamadım.
Yıllardır derslerde aynı şeyleri anlata anlata gına getirmiş olan öğretmen kardeşlerim, Osmanlı tarihine ilişkin mevcut bilgi ve yaklaşımları alt- üst etme çabam karşısında heyecana geliyor ve sorularıyla beni daha çok konuşmaya zorluyorlardı.
Belli ki bariz bir açlık içerisindeydiler. Mevcut tarih bilgilerinin yetersizliğini ve tek-yanlılığını, yavanlığını ve hatta yanlışlığını biliyorlar ama bunları bir sistematik bakış içerisinde yoğuramıyorlardı. Açıkçası, tarihte bir bakış (paradigma) değişikliğine ihtiyaç olduğunu biliyor; ama bunun nasıl olacağına ilişkin bir “yol haritası” bulamıyorlardı.
Kendilerine genelde tarihçiliğin, özelde ise Osmanlı tarihçiliğinin neredeyse bir “devrim” sürecinde olduğunu ve bu sürecin sonunda bambaşka bir Osmanlı tarihi tablosu ile karşılaşmamızın sürpriz sayılmayacağını anlattım. Bildiğimizden çok farklı bir Osmanlı tarihini yazmak için zeminin yavaş yavaş hazırlandığını söyledim. Ve güçlü bir sentezin eli kulağında, dedim.
Mars, bütün balık burcunda olanları, bu arada beni fena halde etkisi altına almış olmalı ki, konuşmaların heyecan dozu zaman zaman yükseliyor, karşımda karanlığa gömülü gözler her geçen dakika biraz daha aydınlanıyordu.
Rüzgâr saçlarımı dağıtıyor, Mars’ın kılıcı yeniçerileri doğruyordu.
Mesela, dedim, yeniçeriliğin kaldırılması… Hain, savaşmayı unuttuğu ve esnaflaştığı, ikide bir şehirleri basıp kadın kız demeden kaçırıp tecavüz ettiği iddia edilen ve isyanlarına lanet okunan “yeniçeri umacısı”, bize anlatıldığı gibi olabilir miydi sahiden de?
Yeniçeri aleyhtarı söylem ne zaman doğdu? 1826’da yeniçerilerin kaldırılması, 1838’de İngilizlerle yapılan ve Osmanlı ekonomisini en azından ilk aşamada şoka uğratan serbest ticaret antlaşması arasında bir bağlantı yok mu sizce? Ya hemen arkasında gelen 1839 Tanzimatı, yeniçeri ocağı kaldırılmamış olsaydı uygulanabilir miydi?
İşte daha 10 gün önce Hasan Cemal, “Türk silahlı kuvvetleri yeniçeri ocağı değildir ve olamaz. O günler Osmanlı’da kaldı. Atatürk tarafından tarihin çöp tenekesine atıldı” diye yazmadı mı? Bu, yeniçeri ocağını Atatürk’ün kaldırdığı anlamına gelmediğine göre 1908’de bir başka “yeniçeri kalkışması”nın başı olan Cemal Paşa’nın torunu Hasan Cemal ne demek istemiş olabilirdi? Dedesini mi eleştiriyordu yoksa Osmanlı’yı mı?
Oysa yeniçeriliğin böylesine aşağılanması, itilip kakılması, her türlü yeniliğin önünde bilinçli bir engel olarak takdimi, yani modernleşme maceramızın günah keçisi olarak yaftalanması ne kadar geçerli temellere oturur?
Cevdet Paşa, “yeniçeri ocağı Osmanlı sisteminin kalbiydi” derken, resmi tarihçiliğin ötesine giderek bir bakıma II. Mahmud’un yaptığı yeniçeri katliamını eleştirir. Yeniçerilik sistemin kalbiydi; çünkü birçok sosyal grubun içine kök salmıştı. Esnaf loncalarının olduğu kadar ilmiyyenin de, bu arada asker-sivil bürokrasinin de içinde ayakları bulunan yeniçeri ocağı, geleneksel Osmanlı sisteminin çimentosuydu. Esnaf veya ulema, yönetimden memnun olmadığında tabiatıyla yeniçeriler bu tabakaların içerisinde bulundukları rahatsızlıktan hemen haberdar oluyor ve “kazan kaldırıyorlar”dı. Kazan kaldırmak, zannettiğimiz gibi kötü bir şey değil, bir yerde kamuoyunu harekete geçirmeye dönük girişimlerin sembolik başlangıcıydı.
Şimdiki gibi basın ve iletişim araçları olmadığı için ancak kazan kaldırılınca ayılabiliyordu yönetim aygıtı. Bir yerde yeniçeri isyanlarının çoğu, kanlı mitinglerdi. Tıpkı bugün sendikalar, dernekler vs. taleplerini yönetime ancak meydanlara döküldüklerinde hatırlatabiliyorlarsa, o sisteme göre de ancak yeniçeriliğin önderlik ettiği kalkışmalardan bir sonuç alınabiliyordu.
Yeniçeri isyanlarının aslında birer miting olduğunu söyleyince bir öğretmen arkadaşın tepkisini hiç unutmayacağım: “Kafamızdaki bütün tarih bilgileri altüst oldu.” Ben de, “Henüz hepsi değil” cevabını verdim. Daha sırada düzeltilecek o kadar çok hata var ki.
Mars altındaki Osmanlı sohbetinin özü, tarihin yüzüne giydirilen maskelerin sıyrılması için daha çok çalışmamız gerektiğiydi. Tarihin maskeli balosunda neyin yalan, neyin hakikat olduğunu ancak böylelikle öğrenebilirdik çünkü.

One Comment

  • Binnur Güneş

    2 Mart 2011 at 18:18

    iyi akşamlar
    Bu yazıyı daha yeni okuyorum ve çok şaşırdım.
    Çünkü ben de tarih okurken aynı şeyi düşünüp acaba demiştim.Sakın bu reformların gerekçesi ve zemin hazırlama hareketi olmasın.Çünkü Avrupalıların kalbindeki Yeniçeri korkusu bütün Avrupa elçilerinin yazılarında ve seyyahların harıralarında geçiyordu.Busbecq gibi, montague gibi.Tercümanın 1001 temel serisinde çıkan müsteşrik kitaplarına da bakabilirsiniz.
    Tarih okumayı da iyi bilmeliyiz.Neden Osmanlı 1826’dan sonra hızlı bir çöküş sürecine girdi? Hemen peşinden Mora Ayaklanması ve Mehmet Ali paşa İsyanı oldu.peşepeşe ıslahatlar ve savaşlar başladı.Yeniçeri ocağı başarısız olsa bile tarihi bir gücü ve etkisi vardı. Ününden bile korkuluyordu.
    Osmanlı tarihinde üç temel direk görüyoruz.Ulema,ordu, ve padişahlık.Ulema İslamın temsilcisidir.ordu Dayanak,padişahlık ise uygulayıcı.
    Yeniçerilik kaldırılınca ne olur.İslam dayanığını kaybeder.
    ve bu boşluk başka güdümde bir kuvvet tarafından doldurulur. İslamın ayağı bu topraktan kesilir.Yeni ve pozitivist bir kuşak yeni orduyu doldurdu.Bu uzun yıllar boyunca oluşturulmuş bir plandır.Padişah ve halk bunu neden görmemiştir?
    Busbecq mektuplarında, Kanuni’nin ayaklanan şehzadelerini idam ettirirken şöyle düşündüğünü yazar.İslam Osmanlıda hanedanla kaimdir.Osmanlı hanedanı giderse İslam da gider. Hanedana zarar gelmemelidir.Cihad devam etmelidir.
    Bu durumda ordu kaldırılınca dinin etkinliği gitti.din gidince 100 yıl zor yaşadı. Hanedan da gitti.Memleket de gitti.

    Cevapla

Bir cevap yazın