‘Gâvur İzmir’ ne demek?

‘Gâvur İzmir’ ne demek?
Geçen hafta Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın, İzmir’in ‘Gâvur’ imajını ima ederek, buna son verme zamanının geldiğini söylediği tartışıldı. İzmir’i ve tarihini bilenlere hiç de yabancı olmayan bu ‘ima’nın bugünkü İzmir için yapılmasına ben de karşı çıkıyorum.
Ancak bu ‘ima’nın İzmir tarihinde bir hakikate tekabül ettiğini de görmezden gelemeyiz.
İki kal’a idi İzmir ol zaman,
Birini Mehmed Bey almıştı nihân.
Biri anun dopdoluydu Frenk,
İşleri dün ü gün İslam ile cenk.
Enverî adlı şairimiz, 15. yüzyılın balkonundan böyle anlatmış İzmir’in ‘gâvur’ yüzünü. Enverî bize Fatih döneminde ‘İki İzmir’in varlığından söz ediyor. Birisi Aydınoğlu Mehmed Bey tarafından fethedilen Müslüman İzmir’dir, öbürü ise Frenklerin İzmir’i. Bu ikinci İzmir’in işi gücü Müslümanlarla savaşmaktır!
Tarihin karanlık vadilerine doğru kanat çırptığımızda İzmir’in Müslümanlıkla tanışmasının Selçukluların Anadolu macerasıyla yaşıt olduğunu görürüz. Malazgirt Meydan Savaşı’ndan sadece 5 yıl sonra Selçuklular İzmir’e ulaşmışlar ve bu şehri, tam 41 yıl ellerinde tutmuşlardı. Dolayısıyla İzmir’in İslamiyetle tanışması 930 yıl önceye dayanır. Ancak şehirdeki bu ilk Müslüman hakimiyeti devamlı olmamış, İzmir 1117’de yeniden Cenevizlilerin eline geçmiş, şehrin ‘ikili’ kimliğinin tohumları böylece atılmış oldu. Ardından Aydın ve Menteşe beyliklerinin ikili sıkıştırması geldi. 1329 yılında Aydınoğlu Umur Bey (Enverî’ye göre ise yıl 1317’dir, bey ise Mehmed’dir), Cenevizlileri limanda bulunan kaleden atmış ve şehrin yarısını denetimi altına almıştı. Ancak Papa bu önemli liman şehrini Müslümanlara bırakmaya niyetli değildi. 1344’te teşkil ettiği bir Haçlı ittifakı İzmir’i geri alacak, böylece şehrin ‘Gâvur’ kimliğinin bir süre daha yaşamasını temin edecekti.
1390’lara geldiğimizde sahnede Osmanlılar vardır ve Sultan Yıldırım Bayezid, Anadolu’yu birleştirmeye kararlıdır. Ne var ki, bütün gayretlerine rağmen İzmir teslim olmaz. Hıristiyanlığın Anadolu’daki son kalesi, direnir. Ta ki Semerkand’dan kopan Timur ordusunun uğultusunu burçlarında işitinceye kadar. 1402’nin Aralık ayında askerleri İzmir’i fethetmiş olan Timur, ‘iki İzmir’ olgusuna bir darbeyle son verdikten sonra şehri Aydınoğlu Cüneyt Bey’in dost ellerine teslim etmişti.
Lakin Osmanlıların İzmir’le dansı 1414’te limanı ele geçirmeleriyle yeni bir boyut kazanacak ve şehir yeniden ikiye bölünecekti. Liman Osmanlılarındı; ama şehrin geri kalan kısmı Aydınoğullarının hakimiyetindeydi. İzmir’in kaderi bir defa ikilikten açılmış, bu defa iki Müslüman devlet arasında bölünmüştü. Nihayet 10 yıl sonra II. Murad, Aydın vilayetinin tamamını, tabii ki İzmir’i de ele geçirip Anadolu hakimiyetlerine doğru güçlü bir hamle yapacaktı.
İzmir, Fatih’ten Kanuni devrinin sonlarına kadar küçük bir kasaba hüviyetinde kaldı. Şehrin 10 bini bile bulmayan nüfusu büyük ölçüde Müslümanlaşmıştı; ama hatırı sayılır bir Rum kitle de mevcuttu. 1566’da Sakız, 1570’te Kıbrıs fethedilip Akdeniz’deki Osmanlı hakimiyet sahası genişledikçe İzmir’in de şansı artıyor, bir bölgesel pazar konumuna yükseliyordu. Onun kırsal ürünün şehirlere satılması noktasında bir ‘huni’ işlevi gördüğünü söylüyor tarihçiler. Şehrin şansını artıran faktör, Osmanlı tarım politikasındaki ciddi değişim oldu. ‘Tarımın ticarileşmesi’ dediğimiz gelişme, tarım ürünlerinin dış pazarlara ihracını hızlandırdı, bu da İzmir’in Çeşme, Sakız, İskenderun gibi liman şehirleri karşısındaki şansını artırdı. İzmir, arkasına batı Anadolu’nun dev tarımsal potansiyelini almıştı çünkü.
Bu gelişmenin zamanlaması da muhteşemdi: Tam da Osmanlı İmparatorluğu’nda ticaret ve imalatın durgunlaşmaya başladığı bir dönemde İzmir atağa kalkmış, Avrupa için de bunalımlı geçen 17. yüzyılın sıkıntılarından yararlanmayı bilmişti.
Mal ve para hareketinin arttığı bir yere Yahudiler, Ermeniler ve Akdenizli tüccarların akmasından daha tabii bir şey olamazdı. Nitekim 1604’te Fransa’ya tanınan ayrıcalıklar, ileride şehrin yeniden Frenkleşmesine hizmet edecek gelişmeleri tetikleyecekti. Ardından Hollandalı ve İngiliz tüccarlar da İzmir’i keşfettiler. 1640’lara gelindiğinde batı Anadolu ticaret ağının merkezine oturmuş bir şehir olarak görüyoruz İzmir’i. Bu, şehrin liman bölgesinin, tıpkı Enverî’nin şiirinde gördüğümüz gibi, Frenklerle dolmasına yol açacak ve 20. yüzyıl başlarında İzmir’in ‘Gâvur’ imajını kavileştirecekti.
1900’lü yılların başındaki İzmir’i Çınar Atay şöyle anlatır: “Frenk mahalleleri sanki birçok devletin oluşturduğu federatif bir bütün gibiydi… İzmir’de sanki ikili bir yönetim vardı.” Nurdoğan Taçalan ise Basmane Garı’ndan denize dik olarak çizilecek bir doğrunun kuzeyinde kalan bölümde Rumlar, Levantenler ve diğer azınlıkların, güneyinde Müslümanların, Yahudilerin ise ikisinin arasındaki Karataş semtinde oturduklarını söylüyor ve ekliyor: “Frenk Mahallesi, öteki adıyla “Gâvur İzmir” ne kadar gösterişliyse, Türk İzmir o ölçüde sönük, karanlık, bakımsız ve içine kapanıktı… Gâvur İzmir her yönüyle tam bir sömürge şehriydi. Türkçe ya da Osmanlıca geçerli değildi bu kesimde. Sokaklarda, eğlence yerlerinde, evlerde Rumca, İtalyanca ve Fransızca konuşulurdu.”
20. yüzyıl başlarına geldiğimizde temelleri 11. yüzyılda atılmış olan ‘ikili ruh’ canlanmış gibidir. Bir Müslüman İzmir vardır, bir de Gâvur İzmir. Ne gariptir ki, bu görüntünün cesaretlendirdiği Yunanlıların İzmir’i işgalleri Milli Mücadele’nin fitilini ateşleyecek ve şehrin Müslümanlaşmasına giden Kral Yolu’nu açacaktı. Size şaşırtıcı gelebilir belki; ama İzmir’in İslamlaşması ve bin yıllık Gâvur imajını silmesi Cumhuriyet devrine nasip olacaktır! Sözün özü: Tarihe yönelik imalar tehlikeli olabilir.

Bir cevap yazın