“Modern Müslüman tipi” yeni bir Tanzimat dayatması mı?
Osmanlı Devleti “Doğulu” muydu? “Hoppalaa, nereden çıktı bu soru durup dururken?” diyenleriniz oldu mu bilmiyorum. Bildiğim, bu soruya kahir ekseriyetle “Batılı bir devlet olacak değildi ya, tabii ki Doğuluydu” şeklinde cevap verdiğimizdir. Ben yine de soru işaretinin arkasına bir başka soru işareti takmak istiyorum.
Doğu neresi, Batı neresi?
Mesela Cezayir, İtalya’dan daha batıda olduğu halde neden İtalya Batı’dır da Cezayir Doğu’dur? Fas, Fransa’dan daha batıdadır; ama Fas Doğulu, Fransa Batılı kabul edilir. Neden?
Pazar sabahı mahmurluğunuzu dağıtmak için korkarım biraz daha kaşımam gerekiyor dikkatinizi: Bilir misiniz bilmem, Sultan Abdülaziz, çıktığı Avrupa gezisinde Paris’e uğradığı zaman Fransız gazetesi “Le Presse”, “Avrupa artık dünyanın merkezi ve dayanağı haline geldi. Doğu biziz! Aydınlık biziz!” diye çığlık atıyordu (1 Temmuz 1867).
Gazeteye bakarsanız, Abdülaziz gezisinde Fransa’ya Doğu’nun teslimiyet beratını götürmüş sanırsınız! Böylece Avrupa bilincinde o ele geçirilmez “Aydınlık Doğu” imajı, bizzat Sultan eliyle bir taç gibi giydiriliyordu Fransızların “ölümsüz” başına.
Fransızlar “Doğu biziz!” diye haykırırken, Abdülaziz ve etrafındakiler, Avrupa’nın kurum ve geleneklerini ithal edebilmek için peş peşe girişimlerde bulunuyorlardı. Özetle, “Batılıyız!” diyebilmek, Doğulu oluşumuzu alabildiğine sergilememize bağlıydı. Kendimizden ne kadar taviz verirsek o kadar “Batılı” oluyorduk; ama tam da bu sebeple Batı zihniyetindeki “köle ruhlu Doğu” imajının şarj edilmesinin taşeronluğunu üstleniyorduk.
Oysa buradaki temel gariplik, kendimizi Doğu kisvesine bürümüş olmamız değil mi? Bir kere böyle düşünmeye başladık mı, Doğu-Batı çatışmasının içine yuvarlanmış olmuyor muyuz gönüllü olarak?
18. yüzyıla kadar Ruslar da Avrupalılar tarafından Doğulu, hem de öyle böyle değil, yabanî bir halk olarak görülmüyorlar mıydı? Doğu’yu Batı’dan ayıran sınır taşlarını kim bir oraya, bir buraya taşıyor öyleyse?
Yakınlarda bu Doğu-Batı sınırı daha nazik bir çift hemşeri buldu kendisine: Modern ülkelerin karşısına azgelişmiş ülkeler oturtuldu. Modern olmak, başlı başına bir kimlik göstergesine dönüştürüldü.
Son günlerde yetkili ağızlardan düşmeyen “Modern Müslüman” tipinin inşası tartışması, sanıldığı gibi yeni ve bize mahsus bir şey değil. Japonya’dan Hindistan’a, Arjantin’den İran’a pek çok ülkenin aydınları, modern ama yerli kökleri olan bir tipin nasıl bir şey olabileceğini tartışıyorlar yüzyıllardır bizim gibi.
Biraz da Oryantalist literatürün etkisiyle (W. C. Smith’in 1957 tarihli kitabı, Türk modernleşmesinin “benzersizliği”ni ilan etmişti.) modernleşme tecrübemizin özgünlüğüne fena halde iman etmiş bulunuyoruz. Ama modern denilebilecek cephelerimizin çoğunun birer ciladan ibaret olduğunu nedense görmezden geliyoruz. Mesela internet kullanıcısı sayısını baz alıyoruz da kitap okuma oranımızın Yunanistan ve İran’dan daha düşük oluşunu görmezden gelmeyi yeğliyoruz.
Şunu demeye getiriyorum:
“Osmanlı Avrupası” diye bir kavram bile mevcut literatürde. Kabaca Balkanlar dediğimiz saha -ki Avrupa’nın neredeyse beşte birini oluşturmakta ve Osmanlı ülkelerinin Avrupa’ya açılan penceresi değil, bizzat Avrupa sayılıyordu- 1913’e kadar fiilen Osmanlı toprağıydı. Ne var ki, Maria Todorova’nın “Balkanlar’ı Tahayyül Etmek” (İletişim 2003) adlı nefis kitabında ifade ettiği gibi, Balkanlar da Batılıların gözünde hep Doğu olarak kaldı. Bir asıl Doğu vardı: Osmanlı. Bir de Avrupa topraklarındaki Doğu: Balkanlar. Osmanlı, Avrupa’nın Ötekisi idi. Avrupalı olmayan her neyse oydu. Balkanlar ise Avrupa’nın evindeki Öteki rolünü oynadı Todorova’ya göre.
Yani bugünkü anlamda Devlet-i Aliyye, bir Avrupa devletiydi (nasıl Bizans bir Doğu devletiyse). Tek eksiği vardı: Zihniyetini değiştirmeye yanaşmıyordu bir türlü. Eğer bir kere zihniyetini değiştirmeyi başarırsa, Doğulu bir halkın Batılı gibi olabildiğini ispat etmiş olacak, işte o zaman alkışı hak edecekti. Tam da bunu başardığı zaman Doğulu bir tip olarak yeniden hayat hakkı bahşedilmiş olacaktı kendisine. Tabii Doğulu giysisini giymek şartıyla. Bu bazen gerçek giysi olur, bazen da davranış giysisi. Zaten kıyafet inkılabının değiştirmesinin mümkün olmadığı tarafımız da, davranış giysilerimizin şalvar ve sarık gibi bir çırpıda çöp sepetini boylayamayacağı idi.
Doğu ne? Batı ne? Modern-Modern Olmayan ayrımı ne kadar bizim, ne kadar dayatma? Bunları tartışmayan bir zihin, bir “tip” inşa edebilir mi? İnşa etse de o bir “tip” olur mu? Tip olsa da o “modern” olur mu? Tartışmak gerek…
Do you want Search?
Random Post
Search
previous