İnsan sussa da şehir konuşur
Antropolog Marcel Mauss, bir Avustralya yerlisinin evini uzun uzadıya tasvir ettikten sonra biraz da hayretini gizleyemeyerek, “Buradaki her şey, bütün eşya sanki konuşmaktadır sizinle.” der. Doğrusu insan-mekan ve insan-eşya arasındaki hala biraz esrarengizliğini koruyan ilişkinin henüz bizimki gibi tekdüzeleşip yapaylaşmadığı toplumlarda Mauss’un sözünü ettiği “eşyanın konuşması” olağan hadiselerden sayılırdı. Tıpkı bundan çok değil, 50-60 yıl öncesine kadar şehirlerimizin kendilerine mahsus bir ‘dil’le konuşmaları gibi…
İlk bakışta sehrin, sakinleriyle konuşması bize yadırgatıcı gelse de, gerek kadim şehirlerin kuruluşunda titizlikle uyulan dini ritüeller (ayinler), gerekse şehrin “muayyen hüviyeti”ne münasip bir şekilde gerçekleştirilen yapılanma tarzı, şehir ile orada mukim insanların birbirlerinin “dil”ini anladıklarını ve ona göre yekdiğerine muamelede bulunduklarını yeterince berrak bir şekilde göstermektedir.
Roland Barthes’in aşağıdaki cümleleri gerçekten de can alıcı önemdedir: “Şehir bir söylemdir; bu söylem gerçekten de bir dildir: Şehir, sakinleriyle konuşur; biz de içinde bulunduğumuz şehri konuşuruz; bunu da orada yaşayarak, orada dolaşarak, ona bakarak yaparız.”
Ancak şehri bir “yazı” olarak tasarlamanın modern dönemdeki ilk örneğini Victor Hugo ortaya koymustur. Anıtları ve şehri birer yazı, insanın mekan üzerine düştüğü kayıtlar olarak ele alan Hugo, taşa yazılan yazı (şehir) ile kağıda yazılan yazı arkasındaki ilginç paralelliğe dikkat çekmektedir. Buna göre şehir öyle bir yazıdır ki, şehirde dolaşan, şehirde yaşayan ve onu kullanan kimse, kendi mecburiyetleri doğrultusunda bu “yazı”nın paragraflarını, cümlelerini, satırlarını, kelimelerini, giderek harflerini, onlarda birikmiş esrarı çözmeye uğraşan, bunları kendi dünyası içinde anlamlandırmaya koyulan bir “okur”a, daha çok da bir Hermetiste benzer. Nasıl bir şiirin bir kelimesini dahi değiştirdiğimizde şiirin bütünü bundan tepeden tırnağa etkileniyorsa, şehir adlı yazının da her okur tarafından kaçınılmaz bir biçimde farklı telaffuz edilen bir kelime veya cümlesi, o şehri yeni baştan kurmaya götürür.
Şehre farklı zaviyelerden bakabilme alışkanlığını kazanmak, onun üzerine düşünmek, onunla konuşmak için zorunludur. Bunun için de gerek Hariri’nin Makamat’ı gibi kendi kültürümüze ait klasikleri, gerekse Hugo, Barthes ve Calvino gibi modern ve çağdaş yazarları dikkatlice taramamız icap ediyor.
Italo Calvino’nun Görünmez Kentler ve Kentte Mevsimler adlarını taşıyan iki kitabi, şehre sonsuz sayıda farklı noktadan bakılabileceğini öğretmektedir bize. Örneğin kedilerin bir şehri nasıl algılayacaklarını, bu arada da ‘şehirlerdeki kedilerin varlığını asla göz önünde tutmayan’ modernleşmenin ‘kedi milleti’ üzerinde nasıl bir algı değişimi vucuda getirdiğini anlatır bize Calvino. Eskiden alçak damların.. süslemelerin, taraçaların, su depolarının, balkonların, çatı pencerelerinin.. çinko sundurmaların uzadığı dalgalı yüksekliklerin yerini betonarme blokların keskin hatlı varlıkları almıştır. Yeni kedi nesli, babalarının dolaştıkları yolları, pervazlara, oluklara, bir tüy gibi atlayıp kiremitlerin üstüne tırmanabileceği süslü sütunları boş yere aramaktadır. Bir tür anti-şehir ortaya çıkmıştır kediler için. Onlar artık yapı aralarındaki dik mi dik boşluklardan, aydınlatma deliklerinden, havalandırma boşluklarından, taşıt geçitlerinden, küçük iç alanlardan.. bodrum girişlerinden oluşan bir sıva ve zift gezegenini andıran kanal ağlarında yaşamaya mahkumdur.
Şehir her nesle ve her “millet”e farklı bir dille konuşmayı bilir. Yeter ki biz dilini anlama gayretini esirgemeyelim ondan.
İnsan sussa da, sehir konuşur çünkü; tıpkı yazı gibi