İzmir yangını, tarihin demokratikleşmesi için bir fırsat
Etyen Mahçupyan, 29 Eylül tarihli zehir zemberek cevabında bize belge ve bilgi sunacağına bol bol zihin egzersizi yaptırıyor. Eksik olmasın. Lakin tarihî bir meseleyi ele alırken kaynaklara göz ucuyla bakıvermek ve sorgulamadan “basit mantık” yürüterek hükme varmak, sağlıklı bir tarih tartışması usulü olmasa gerek.
Tarihçi” olduğumu hiçbir zaman iddia etmedim. Ben derdi olan bir insanım. Bu ülkenin bir aydını olarak kendisine karşı sorumluluk duyduğum değerler var. Ancak bu değerler elbette hakkaniyetten vazgeçmemi gerektirmez. Derdim ne peki? Eskilerin o hoş deyişiyle “ihkâk-ı hak”, yani meseleyi hak gözüyle görmek. Önyargılarımdan tümüyle arınabileceğimi sanmıyorum, zaten bu mümkün de değil. Ancak bilgi, anlayış ve kendimi karşındakinin yerine koyarak düşünme çabasıdır ki, önyargı duvarlarımı inceltebilir, tarihi bir kavga alanı olmaktan çıkarıp bir diyalog platformuna dönüştürebilir.
Ancak Mahçupyan’ın yolundan gidersek daha çok kavgalar ederiz. Muhatabımın alaycı bir üslupla yazılmış ilk cümlesi, yazdıklarımı ciddiye almadığını gösteriyor. Ve güya İzmir’in kurtuluştan 4 gün sonra yandığını hatırlatmasından rahatsız olmuşum.
Sayın Mahçupyan, bu iddiayı ne ilk ortaya atan kişi sizsiniz, ne de son kişi olacaksınız. Yakınlarda Engin Ardıç (Akşam, 27 Ekim 2005) ve Emre Aköz (Sabah, 3 Mayıs 2006) aynı iddiayı dillendirdiler. Benim temel itirazım, bir iki hatırat okuyarak ahkâm kesilmesine.
Mesela Mahçupyan yazısında, “Armağan biraz daha gayret edip örneğin, Falih Rıfkı Atay’a veya dönemin hatıratına bakabilirdi” diye evlere şenlik bir tavsiyede bulunmuş. Şimdi buradan kendisinin Falih Rıfkı’ya güvendiğini mi çıkartacağız? (Tavsiye ettiğine göre öyle olmalı.) Peki, diyelim ki tavsiyesine uyup “Çankaya” kitabını açtık ve Atay’ın şehri Türklerin yaktığına dair itirafını okuduk. Öyle ya, onun gibi bir Kemalistten daha güvenilir kimi bulacağız?
İşte ilk bubi tuzağı burada gizli. Zira güvenilir kabul ettiği Falih Rıfkı’nın “Babanız Atatürk” adlı bir başka kitabını açıyor ve şu satırları okuyoruz: “Bu sırada bir mesele çıkarmak isteyen Ermeni komitecileri şehri tutuşturdular.” Buyurun burdan yakın! Peki neyi ispatlamış oldu güvenilir kaynağımız? Bilgilere göz atıverip hüküm giydirmek bunun için tehlikelidir işte. Şimdi ben de Falih Rıfkı’nın öbür rivayetini esas alırsam ne diyebilirsiniz? Başkasına samimiyet tavsiye edenin aynı samimiyeti kaynaklara karşı da göstermesi gerekmez miydi?
Gelelim şu “basit mantık” yürüterek sorduğu sorulara: Türk ordusunun girer girmez şehre tamamen hakim olduğu varsayımı üzerine bina ediyor bütün iddialarını. Bir kere Türkleri şehre sokmamaya yeminli Ermeni ve Rum örgütlerin birer “kale” haline getirdikleri evlerinden askerlerimize ateş ettiklerini ve yer yer sokak çatışmaları çıktığını belgeleriyle yazdım. (Burada “9 Eylül’de düşmanı denize döktük” söylemi de gözden geçirilmelidir. Zira son Yunan askerinin İzmir’den ayrılışı, kurtuluştan bir hafta sonradır.)
Sonra 9 Eylül günü İzmir’in Hıristiyanlardan tamamen temizlenmiş gösterilmesi de hakikate mugayir. ‘Rumlar temizlendiyse mübadele kimlerle yapıldı?’ diye sormak gerekmez mi? Zaten on binlerce insanı taşıyacak sayıda gemi mevcut değildi. Üstelik gemiler askerleri almak için gelmişlerdi, siviller için değil.
Mahçupyan, hadi diyelim ki diyor, birkaç Ermeni komitacı kalmıştı şehirde (bunu da kabul etmiyordu ya, neyse), peki Türk mahallesi dururken niçin kendi mahallelerini yaktılar? Ermeni çetelerinin kendi “cephaneliklerini patlatma” yerine o cephaneyi sivil Türklere yöneltmesi beklenmez miydi? Cevabı gayet basit: Cephanelerini imha ediyorlardı; çünkü ellerinde yakalanması kendileri için kötü olurdu. Ancak Türk askerlerine olduğu kadar yangını söndürmeye giden itfaiye erlerine de evlerden ateş edildiğini, bazı itfaiyecilerin yaralandığını ve hortumların mermilerle delik deşik edildiğini başka kaynaklar yanında Grescovich’in raporundan biliyoruz. Şu “sayın itfaiye yetkilileri”nin yangını seyrettiklerini de nereden çıkartıyorsunuz Allah aşkına? ABD diplomatı Prentiss, İtfaiye Müdürü’nün günlerdir uyumadığını ve sürekli yenileri çıkan yangınlarla mücadele etmekten bitap düştüğünü yazmamış mıydı?
Yine bir iddia: “Acaba Mustafa Kemal niçin, ‘Bırakın yansın’ dedi?” Kim dedi, ne zaman dedi, belli değil. Bir iddiayı ortaya atarken kaynağının da söylenmesi gerekmez miydi? Ancak ben size birinci el bir belge sunabilirim. Bu, Mustafa Kemal’in 28 Eylül 1922 tarihli şimdiye kadar yayınlanmamış bir mektubu. Buyurun; zahmet edip kendi ağzından okuyun düşüncelerini.
‘Türkler İzmir’i yağmalamak varken neden yaksınlar?’ diye sormuştum. Cevap şu: “İnsanların evlerini terk edişinden sonraki dört gün yağmalama için yeterliydi.” Benim de basit mantıklar yürütmeme müsaade var mı? Yakmak için ne aceleleri vardı? Doyuncaya kadar yağmalamak daha çok işlerine gelmez miydi? Aylar sonra yakmalarına ne engel vardı? vs.
Bu arada belden aşağı vurmayı da ihmal etmiyor yazarımız: “Evlerin yakılmasının mantığı tamamen farklıdır ve bunu bilmeyen birinin tarihçi olarak ortaya çıkması gariptir.” Gördüğünüz gibi cehaletle suçlanıyorum. Peki o zaman şehirde sükunet sağlandıktan sonra neden evlerinize dönün çağrısı yapıldı? Diri diri yakmak için mi? Üstelik de Pelin Böke’nin çalışmasından, yağmanın Türk askerinin şehre girmesinden önce başladığını ve yağmalayanların siviller olduğunu öğreniyoruz. Çingenelerin ve Hıristiyanların bile yağmaya katıldıklarını biliyoruz. O zaman?
Mahçupyan sözlerle oynamaya bayılıyor olmalı. İzmir’i Türklerin yaktığı iddialarının tarihî değil, siyasî, yani güçle ilgili bir mesele olduğunu söylüyorum ya, o şunu söylediğim sonucuna varıyor: Güçlü olursak bilimsel alanda da istediğimiz çarpıtmalara gidebiliriz! Sözü koz anlamak diye buna derler. Ben İzmir’i Türkler yaktı diyenlerin güçlerinden bahsediyorum. Maalesef güçlü olanın sesi hakim oluyor ortalığa, haklı olanın değil.
Tarihe bilimsel ve demokratik bir yöntemle bakacaksak, farklı görüşlerin dile gelmesinden rahatsızlık duymamamız gerekir. Bilimsel olmayan tavır, hep haklı çıkma tutkusunda ele verir kendisini. Tabii ki tartışacağız ama yaftalamadan. Demokrasiyi savunduğunu söyleyip farklı bir görüşe hemen misyonerlik yaftası yapıştırmak, tartışma kapısını kapatmak ne kadar demokratik bir tutumdur, siz karar verin.
Lynn Hunt’ın deyişiyle söylersek, tarih, anlatılmış olan hikâyeler ile anlatılacak hikâyeler arasındaki bitmek bilmez bir gerilim alanıdır ve doğrusu fakiri tarihle birlikte düşünmeye cezbeden şey de bu bitmemişliğidir. İzmir yangınıyla ilgili yeni görüşlere açık olmak hem tarihin, hem de toplumun demokratikleşmesi için zorunludur. Tabii birbirimizi dinlemek şartıyla.
08 Ekim 2006, Pazar