• Home
  • Genel
  • Karlofça’daki Ali Babacan ve Jack Straw

Karlofça’daki Ali Babacan ve Jack Straw

Karlofça’daki Ali Babacan ve Jack Straw
Zannedildiği gibi, kesinlikle teslimiyetçi bir müzakere tarzı yoktu Osmanlı tarafının. Her sabah bir Osmanlı icadı olan “yuvarlak masa” etrafında üç devletle (Rusya çekilmişti görüşmelerden) birden başlayan müzakerelerde Rami Mehmed Efendi heyetlerin başında geziyor, tıkanan noktalara çözümler üretiyor, nice uykusuz geceler geçirdiğini bizzat yazdığı hatıralarında anlatıyordu. Velhasıl Karlofça’da vatan toprakları karış karış müzakere edilmiş ve bu korkunç yılları en az zararla atlatmak ve en önemlisi de, padişahın yüzünü yere eğdirmemek en önemli ilkemiz olmuştu.
Karlofça 1699 denilince Avrupa karşısında teslimiyet içinde iki büklüm olmuş, yalvar yakar pozisyonunda bir Osmanlı tiplemesi hatırlarız. Oysa bizde daha Karlofça’nın tarihi yazılmamıştır. Arayın, bir tane kitap bulamazsınız. Bildiğim iki doktora tezinden ikisi de ABD’de yapılmış. Birincisi 1940’ta Illinois Üniversitesi’nde W. B. Manson, ikincisi ise R. Ali Abou-El-Haj tarafından Princeton Üniversitesi’nde. Bakalım bizde ne zaman sıra gelecek ona?
“Kır Zincirlerini Osmanlı” adlı kitabımda Karlofça’nın tarihlerimizde nasıl bir pehlivan tefrikası ağzıyla anlatıldığını göstermiştim. Bugün ise Karlofça’daki başmüzakerecimiz Rami Mehmed Paşa’dan ve 3 Ekim’de Lüksemburg’da görüşmelerin kesilme noktasına geldiği anlarda devreye girerek müzakerelerin başlamasını sağlayan İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw’un Karlofça’daki denginden, Lord William Paget’dan söz edeceğim.
Rami Mehmed Paşa, 4 devletle birden kıran kırana bir müzakereye gireceği Karlofça’ya, Osmanlı Devleti’nin başmüzakerecisi sıfatıyla gönderilmişti. 44 yaşındaydı. İlk kez müzakere masasına oturacaktı. Karlofça’da Osmanlı heyetinin iki olmazsa olmaz şartı vardı. Birincisi “uti possidetis”, yani “alâ hâlihi” ilkesini savunmak, ikincisi de devleti temsil eden padişahın ırz ve namusunun ayaklar altına alınmasına mani olmaktı.
“Alâ hâlihi” ilkesi, Osmanlılar için şu açıdan önemliydi: Düşmanları Macaristan, Mora yarımadası ve Boğdan gibi her biri birkaç ülke büyüklüğündeki topraklarını işgalle yetinmiyor, üstüne üstlük, savaş tazminatı için yeni toprak talebinde bulunuyorlardı. Dolayısıyla mevcut hal üzerinden bir müzakere yürütülmesi, yeni toprak taleplerinin önünü kesecek bir tedbirdi. Aksi halde müzakerelerin ucu açık bırakıldığında işin nereye varacağı belli olmazdı. Mevcut işgalden kopartılacak her karış toprak önemliydi Osmanlı için. Nitekim Temeşvar’ın kurtarılması bu ısrar sonucunda mümkün olmuştu.
Zannedildiği gibi, kesinlikle teslimiyetçi bir müzakere tarzı yoktu Osmanlı tarafının. Her sabah bir Osmanlı icadı olan “yuvarlak masa” etrafında üç devletle (Rusya çekilmişti görüşmelerden) birden başlayan müzakerelerde Rami Mehmed Efendi heyetlerin başında geziyor, tıkanan noktalara çözümler üretiyor, nice uykusuz geceler geçirdiğini bizzat yazdığı hatıralarında anlatıyordu. Velhasıl Karlofça’da vatan toprakları karış karış müzakere edilmiş ve bu korkunç yılları en az zararla atlatmak ve en önemlisi de, padişahın yüzünü yere eğdirmemek en önemli ilkemiz olmuştu. Zira şunu iyi biliyorlardı ki, bir kere vatan olmuş bir toprak, başkasının eline geçmekle vatan olmaktan çıkmazdı. Müzakere masasında bırakılan topraklar er geç geri alınacaktı.
Zaten Karlofça’yı takip eden 40 yıl zarfında bu toprakların önemlice bir kısmı da geri alınmış ve bu yeniden fethedilen topraklar, 1739 Belgrad Antlaşması’yla resmileştirilmişti. Yani Belgrad’da biz Karlofça’nın rövanşını, en azından kısmen, almayı bilmiştik. Asla mücadeleyi bırakmamış, asla teslimiyetçi bir politika gütmemiş, tersine, şehit kanlarının, gazi terlerinin sorumluluğunu omzumuzda hissederek hareket etmiştik. Velhasıl, artık defterimizden sildiğimiz Karlofça’yı da vatanımızın sınırları içine almalıyız; vatanımızın, yani küçülen, büzülen dünyamızın içine.
Karlofça Antlaşması’nın gizli mimarları, o zaman dostumuz olan kuzey Avrupalı iki devletti. Bunlardan biri, Hollanda’nın elçisi Heemskerk’ti ama asıl marifeti, tarafsız bir devlet olan İngiltere’nin İstanbul’a yeni atanan elçisi Paget sergilemişti. Edirne’den Viyana’ya, Karlofça’dan Topkapı Sarayı’na durup dinlenmeden koşturan Paget, müzakerelerin başlaması için tam bir mekik diplamasisi gerçekleştirmişti. Her şeyden önce de, Osmanlı Devleti’ne savaşa devam etmeyi tavsiye eden Fransız diplomatlarının Babıâli üzerindeki “şahin” etkisini kırması gerekiyor, sinirlendiğinde, Osmanlı yöneticilerini düpedüz “Frenkleşmek”le itham ediyordu! Paget sonunda başardı ve taraflar masaya oturmayı kabul etti.
Ancak bir sorun vardı: Osmanlılar müzakerelerin yerini beğenmemişlerdi. Avusturya, müzakereler kendi sınırları dahilinde olsun istiyordu ama Osmanlı tarafı itiraz sesini hemen yükseltti. Tarafsız bir bölge seçilmeliydi. Müzakerelerin tam sınırda bulunan Karlofça’da yapılması teklifi Osmanlılardan gelmişti (ne de olsa bir süre öncesine kadar kendi toprağıydı). Paget önce şiddetli itiraz etti buna. Sınır hattı, yıllarca süren savaştan harabeye dönmüştü.
Sonunda Osmanlı tarafının teklifi taraflarca kabul edildi ama kasım ayı gelmiş, soğuklar bastırmıştı. İhtiyar elçi üstelik hastaydı da. Müzakerelerin, şöyle kapalı bir mekânda, sıcak bir ortamda yapılması ne iyi olurdu! Ama Osmanlı tarafı inat ediyor, başka amaçlarla yapılmış bir binanın içinde tarafsız ve güvenli bir müzakere ortamının oluşmayacağında diretiyordu.
Paget bir ara da bu mekânda iaşe sıkıntısı çekileceğini bahane ederek görüşlerine destek aramıştı ama 1200 kişilik küçük bir orduyla Karlofça’ya giden Osmanlı tarafı, 8 aylık tedariklerini yanlarında getirdiklerini söyleyince diyecek söz bulamamıştı. (Osmanlı hazırlanırsa işte böyle hazırlanırdı.)
Nihayet Paget’ın da inadı kırıldı ve müzakereler için yeni baştan bir bina yapılmasına karar verildi. İnşaatında Osmanlı ustalarının çalıştığı binanın yanında Paget’ın kalacağı çadırı da bizimkiler yaptı.
Ve görüşmeler başladı. Karlofça’nın Straw’u diyebileceğimiz Paget’ın rolü, görüşmeler boyunca da sürdü ve 26 Ocak 1699’da son imzalar da atıldığında Osmanlı tarihinde yeni bir perde açılıyordu. Bundan sonra Osmanlı “millî güvenlik belgesi”nde, kaybedilen toprakların nasıl geri alınacağına dair projeler yer alacaktı.

Bir cevap yazın