“Kızıl Sultan” ve Ermeniler
Haber diye buna derim ben: “Ermeni soykırımı tasarısı İsrail ve Sırbistan parlamentolarında.” Tuhaf şey: Her ikisinin de soykırım suçlamalarından başları dertte ama başka bir soykırımı tanıma telaşı içindeler. Bilindiği gibi Sırbistan, Lahey’deki etnik temizlik yargılamasında ancak Srebnenitsa’daki katliamı önlemek elindeyken önlememekle suçlanarak yakayı sıyırabilmiş bir devlet. İsrail ise Başbakan Erdoğan’ın Gazze saldırısı üzerine söylediği ‘Bu bir soykırımdır’ sözünün acısını çıkarmak derdinde.
Kaldı ki, İsrail’in Ermeni soykırımını tanımaya hiç mi hiç niyeti yok. Anlaşılır bir sebebi var bunun: Soykırıma uğrayan tek ülke olma ayrıcalığını kaybetmek istemiyor. Bunun bir “endüstri”, dahası, İsrail’in varlık sebebi olduğunun gayet iyi farkında. O kadar ki, Şimon Peres bir ara şöyle bir laf etti diye demediklerini bırakmamışlardı: “20. yüzyılda iki soykırım oldu. Birisi Auschwitz, diğeri Hiroşima.” Nasıl olur da, bir İsrailli devlet adamı ‘iki soykırım’dan bahsedebilirdi? Hiroşima’da ölen 140 bin insanın canı cehenneme. Önemli olan, bu evrensel ayrıcalığın İsrail’in elinden alınmaması. “Tarihte tek bir soykırım oldu, o da Yahudi soykırımı” sözünün sahibi, Elie Wiesel adlı Yahudi teorisyenidir.
Ancak İsrail’in ve siyasal Siyonizm’in soykırımı Yahudilere özgü kılma ve yegâne kurban olduklarını işleme dürtüsü, temel bir yanılgıyla malul bulunuyor. Çünkü biliyoruz ki, özelin bilimi olmaz. Özelin hukuku da olmaz. Bir kişi için kanun çıkmayacağına göre, bir soykırım için de hukuk oluşturulamaz. Bilim her zaman genelle ve tekrarlanabilen olgularla uğraşır. Öyleyse İsrail’in soykırım mağduriyetini özelleştirmesi, onun bilimselliğine ve evrenselliğine gölge düşürüyor. Bilimsel ve evrensel kılma yolundaki uğraşlar ise İsrail’in biricik meşruiyetini baltalıyor.
İşte Ermeni soykırımı tezini savunanlar ile Yahudi acısının biricikliğini savunanların yollarının çatallandığı nokta tam burasıdır.
Eğer soykırım bir “insanlık suçu” ise onun bir defa, bir zalim millet tarafından, bir mazlum millete karşı uygulanmış olması, onu nasıl evrensel bir suç kılar? Bu bir defalık bir insanlık kazası olamaz mı?
Öte yandan eğer bu bir insanlık suçu ise öncesinde ve sonrasında da benzer soykırımlar olmuş olmalıdır ve elbette olacaktır. Hukuk sadece geçmiş vakalara yönelik olarak oluşmayacağına, asıl benzer vakaların bundan sonra tekrarlanmaması için yasal düzenlemeler getirmek olduğuna göre gözümüz geleceğe dönük olmalıdır. Geriye doğru bakmaktan boynu kireçlenmiş bir anlayış, hukuk üretemez en başta.
Bu durumda ise soykırımın Yahudilikle başlayıp onunla biten bir suç olduğu iddiası inandırıcılığını kaybeder. Nitekim Zygmunt Bauman’ın soykırımın sosyolojisini yapmayı denediği kitabı “Modernite ve Holocaust”, çıktığı zaman soykırımı savunan Yahudileri fena halde rahatsız etmişti; çünkü Zygmunt Bauman, Holocaust’u sadece Yahudilerin başına gelmiş bir defalık bir felaket olarak sunmanın, onu sosyolojik olarak incelemeyi imkânsız hale getirdiğini açık açık yazmıştır. Yehuda Bauer’in “Soykırımı Yeniden Düşünmek” adlı daha yeni tarihli çalışması, işte bu çıkmazı aşma yönünde emek mahsulü bir çaba olarak dikkat çekiyor.
Tarihçi Droysen’e kement atarak objektifliğin sadece ‘akılsız insanların işi’ olduğuna değinen ve soykırım konusunda ‘taraf’ olduğunu beyan eden Bauer, önyargılarını da açıkça ortaya koymaktan çekinmiyor. Ama asıl önemlisi, “Soykırım tanımlanabilir mi?” sorusunu sorma cüretini göstermiş olması. Bir Yahudi olarak konuşurken, tanımların her zaman gerçeklerle örtüşmediğinin farkındadır. “Tanımlar” der, “tanımları gereği, hiçbir zaman tanımlamaları gereken olayları tam olarak tanımlayamazlar. (…) Tanımlarımız kaçınılmaz olarak özeldir. Mutlaka diğer olaylarla karşılaştırılmalıdır.”
Ne demek istiyor Bauer?
Herhalde şunu: Soykırımın tanımlanması yönündeki çabalar da gerçekliği yakalama yönündeki denize ağ atma çabalarından farklı değil. Denizi kuşatacak bir tanım yapmak mümkün olmadığı gibi, ağda zaman zaman meydana gelen yırtılmalar da tanımlarımızı kaçınılmaz olarak delik deşik hale getirecektir.
Çelişkiler ve hatalar
Dr. Ümit Kardaş’ın 27 Nisan 2010 tarihinde “Zaman”ın Yorum sayfasında yayımlanan makalesi, “İttihatçıların eylemlerini savunmak zorunda mıyız?” başlığını taşıyordu. Ne var ki, yazı sadece 1915 tehcirine karar verip yöneten İttihatçılara vurmuyor, 1843 gibi ‘Ermeni sorunu’nun henüz doğmadığı erken bir tarihe kadar giderek neredeyse Osmanlı’nın son yüzyılını bir katliam tarihi gibi yansıtıyordu. Dahası, Ermenileri “katlettiği”, hatta “kökünün kazınmasını emrettiği” iddiasıyla II. Abdülhamid’i de hedef tahtasına yerleştiriyordu. Yazının tam da Abdülhamid’in tahttan indirilişinin 101. yıldönümünde yayınlanmış olması ise acı bir hatıra olarak içimize gömülmüştür.
Yazar, anlaşılan, Osmanlı’da Ermeni sorununun çıkış noktası olarak 1843 “Nesturi katliamı”nı görüyor. Oysa bu olayın Ermenilerle hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen Nesturilerin Tiyari ve Diz sülalelerine yönelik bir harekât olup çıkış sebepleri çok farklıdır (misyonerlerin kışkırtması, Nesturilerin iç çatışmaları, Kürtlere saldırılar vs.). Kürt lider Bedirhan Bey’in “Nesturi katliamına memur” edilmesi diye bir şey söz konusu değildir. Bu, devlete rağmen yapılmış bir katliamdır. Nitekim Ömer Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri tarafından 8 ay süren bir savaş sonunda esir alınıp sürgüne gönderilerek cezalandırılmıştır. Bu arada katliama uğrayan Aşita köyü Ermeni değil, Nesturi köyüdür ve yazarın zannettiği gibi bu köye saldırı 1843’te değil, 3 yıl sonra, 1846’da gerçekleşmiştir. (Geniş bilgi için W. Jwaide’nin “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi”ne (İletişim Y., s. 121 vd) ve Hatip Yıldız’ın master tezine (Erzurum, 2000) başvurulabilir.)
Yazarın sözlerinde bazı mantıksızlıklar da göze çarpmaktadır. Mesela bu katliamda “en az 10 bin Ermeni ve Nesturi”nin öldürülüp “büyük bir kısmı”nın “Zap suyuna atıl”dığını söylemektedir. “En az” olan rakamı esas alalım: 10 binin büyük bir kısmı yaklaşık 7-8 bin ettiğine göre orta büyüklükte bir nehre atılan 400 ton miktarında boğazlanmış cesedin herhalde nehri tıkayıp taşmasına yol açması kaçınılmaz olurdu.
Abdülhamid “Ermenilerin kökünü kazıyın” emrini vermiş!
Dr. Kardaş’ın Sultan Abdülhamid dönemine ilişkin “katliam” iddiaları 1877, 1892 ve 1894 tarihlerine aittir. 1877’deki olay, Osmanlı-Rus savaşı sırasında Beyazıt’ta geçer. Yazara göre Türk askerleri ile Çerkezler ve Kürtler, Beyazıt’ta “Gâvurları kesmeli” diye bağırıp 165 Hıristiyan aileyi (kadınlar ve çocuklar dahil) kılıçtan geçirmişlerdir.
Bu anlatım tarzından insan sanki durduk yerde bir katliam yapıldığı izlenimine kapılıyor. Halbuki olayın arka planı çok farklıdır. Rusların ele geçirdiği Beyazıt’taki Ermenilerin onlarla işbirliği yaparak Müslüman halka yaptıkları zulmün, şehrin geri alınmasından sonra gerçekleşen misillemesi olarak değerlendirmek daha doğrudur (ayrıca günlerce aç kalan askerin şehri ele geçirince yaptığı taşkınlıkları da hoş görmemiz değilse de hesaba katmamız gerekir). Daha önce bir Rus binbaşısının manastıra sığınan 37 Kürtü yaktırdığını Rus kaynakları bile inkâr etmiyorken, bu tip olayların tepki uyandırmayacağını mı düşünüyoruz?
Hamidiye Alayları da Ermenilerce çok çarpıtılmış konulardan biridir. İddia şu ki, Hamidiye Alayları’nı Abdülhamid özellikle “Ermenilerin en kötü düşmanları” olan Kürtlerden kurarak soykırımı sistematik bir şekilde yapmak istemiştir. Halbuki Hamidiye Alayları tamamen Kürtlerden oluşmaz. İçlerinde Karapapak Türklerinden tutun da Araplara kadar pek çok milletten birlikler bulunur. Amaç, o zamana kadar göçebe olan aşiretleri kontrol altına almak ve özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu yeni bir Rus-Ermeni istilasına karşı korumaktır. Aynı zamanda Ermeniler yanında Kürtleri de elde etmeye çalışan İngiltere’nin kirli emellerine set çeken bir uygulamaydı ve diaspora Ermenileri arasında ve dış basında ikide bir onun mezaliminden dem vurulmasının altında Abdülhamid’in bu çok yönlü stratejisini hazmedemeyişleri yatmaktadır. Toplam sayıları ise Avyarov’un verdiği rakama göre 29,193 askerdir. (“Osmanlı-Rus ve İran Savaşları’nda Kürtler”, Sipan, 1995, s. 227)
Söz konusu yazının bir iddiası da, 1894 “Sason katliamı” emrini bizzat Abdülhamid’in verdiğidir. Abdülhamid’in “direnmeye başlayan Ermeniler”i isyancı ilan ederek “köklerinin kazınmasını emrettiği” doğru değildir. Hamparsum Boyacıyan adlı isyancının bağımsızlık bildirisi yayınlayıp hatta şartlarını Babıali’ye telgraf çekerek bildirdiğini ve Avrupa’nın dikkatini bölgeye çekip müdahalesini sağlamak için nasıl kan döktüğünü bilmeyince nasıl anlayacağız “gerçeği”? Ve nasıl özgür olacağız?
Nitekim Ermenilerin üzerine gönderilen Hüseyin Nazım Paşa’nın anılarında Sason isyanında Abdülhamid’in kan dökülmemesi için ne kadar tedbirli davrandığını, gönülsüz bir şekilde 21 tabur askeri bölgeye göndermesine rağmen bir türlü hücum emri vermediğini, bu yüzden Ermeni çetelerinin azgınlaştığını, Müslüman halk bile direnişe geçmişken, askerin emir gelmediği için müdahalede geç kaldığını, nihayet çetelerin askerin üzerine de saldırmaya başlaması üzerine dağ toplarından açılan ateş ile Müslüman halkın hücumu arasında kalan Ermenilerin ağır kayıplar verdiğini okuyoruz. (“Hatıralarım”, Selis: 2003, s. 306-307)
Acaba bir isyanda bile kan dökmekten bu kadar kaçınan bir hükümdarın son dakikaya kadar ateş açma emrini vermediği kaç olay gösterilebilir tarihte?
Neden olaylar bu kadar farklı anlatılabiliyor?
Gerek Ermeni eylemciler, gerekse İngiltere’deki merkezleri, dış basına sürekli yanlış ve yanlı bilgiler sunuyorlardı. Orhan Koloğlu’nun Londra’da çıkan “Armenie” dergisi üzerine yaptığı incelemede Patriğin Sekreteri Minas Çeraz’ın pek çok asılsız haberi kasıtlı olarak yayınladığını itiraf ettiğini tespit etmiştir. (“Abdülhamid Gerçeği”, Pozitif: 2005, s. 279-287.) “Türk makamları Ermenileri kıyımdan geçiriyor. (…) Kan dalgalar halinde akıyor”diye yazıyor ve ardından “Avrupa müdahale için ne bekliyor?” diye de soruyordu. Niyeti yeterince açık değil mi?
Öte yandan Abdülhamid, Patrik Nerses’i çağırıp kendisine “Ben karınca bile ezmemeye dikkat eden bir adamım” demiş ve ısrarla kan dökme peşindeki isyancı çetelerle büyük Ermeni çoğunluğu asla aynı kefeye koymamıştı.
1905 yılında kendisine düzenlenen bombalı suikastın arkasından belki de bir Ermeni kıyımını başlatacağını düşünen Patriğe dönüp “Bazı Ermenilerin hatalarının tüm millete suç olarak mal edilemeyeceğini ve Patriğin, milletin sadakat hislerinden emin olduğunu” söylemiştir. Hatta Ermenilere karşı bir ayrımcılık yapmadığını göstermek üzere Alman İmparatoru’nun İstanbul’u ziyaretinde İmparatoriçe’ye nedime olarak Evkine Nakkaşyan ile Araksi Vahan’ı atamıştı. Bunlardan birincisi, Dışişleri Müsteşarı Artin Dadyan’ın kızıdır, ikincisi ise Adalet Bakanlığı Müsteşarı Vahan Efendi’nin kızı.
Bilmem Abdülhamid’e neden “Kızıl Sultan” denildiğini anlatabildim mi? Acaba günün birinde “Abdülhamid katliamına son” diyecek birileri de çıkacak mıdır bu ülkede?
________________________________________
Sultan Abdülhamid: Ermeniler çetelerin kurbanı oldular
Reşid Paşa merhumun son zamanlarına gelinceye kadar Ermeniler adeta on beşte bir olarak Bâb-ı Âli’de Dışişleri ve Darphane ile bazı elçilik maiyetlerinde ve sarraflıkta istihdam olunmaktalar iken, Âli ve Fuat paşalar zamanlarında Dışişleri Bakanlığı’na hemen büsbütün Ermeni memurlar tayin olunmuştu. Ve o tarihten itibaren şimdiye kadar Dışişleri memurlarında çoğunluk Ermenilerde olduğu gibi adalet, maliye, yönetim, eğitim, ticaret ve bayındırlık gibi devletin yönetim birimlerinde dahi istihdam olunmuşlar ve olunmakta bulunmuşlardır. Şu ayrıntıdan da anlaşılacağı üzere Ermeniler bir müddetten beri kapıldıkları bir yanlış ve boş fikri takiben yabancıların kucağına atılıp girmiş oldukları itaatsizlik ve fesatlık yolunu seçmeyerek eskiden beri benimsemiş oldukları doğru itaat ve sadakat yoluna devam ve bunu doğrulayan eserleri ortaya koymaya ihtimam etmiş olsalardı, devletin çeşitli hizmetlerinde bir kat daha ilerleyerek yüksek noktalara ulaşabilir ve belki bakanlığa da dâhil olabilirlerdi.
Vahdettin, İngilizlerle gizli anlaşma yaptı mı?
Ateşli okurlarımdan birisi sormuş: “Vahdettin’in Milli Mücadele’ye destek verdiğini iddia ediyorsunuz da, neden İngilizlerle yaptığı gizli anlaşmadan bahsetmiyorsunuz?”
Bahsetmediğim doğru ama neden? Sebebi gayet basit: Sahte olduğu için…
Bakın, bunu ben söylemiyorum, Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk zamanından beri çıkmakta olan bilimsel dergisi “Belleten”deki makalesinde araştırmacı Salâhi R. Sonyel söylüyor. (“İngiltere Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin ışığı altında 1919 İngiliz-Osmanlı gizli anlaşması”, sayı: 135, Temmuz 1970, s. 437-462)
Şimdi bazı sözde tarihçilerin Sultan Vahdettin’in “hainliği”nin kanıtı olduğunu iddia ettikleri 12 Eylül 1919 tarihli bu sözde gizli anlaşmaya biraz daha yakından bakalım.
Buna göre Sadrazam Damat Ferid Paşa ile büyük bir ihtimalle İngiliz gizli haber alma servisinin (Intelligence Service) elemanları oldukları anlaşılan 3 levantenin imzalarını taşıyan gizli bir anlaşma yapılmıştır. İşin garibi, anlaşmada İngiltere adına imzaları bulunan M.S. Francer, H. Morlan ve G. Churchill adlı üç ‘eleman’ da nedense kimse tarafından tanınmamaktadır!
Nihayet 1919 Aralık’ında Fransız kaynaklı bir söylenti çıkar: Vahdettin’in de onayladığı söylenen bu anlaşma hükümlerine göre İngiltere, Türkiye’nin bütünlük ve bağımsızlığını korumayı üstlenmekte, İstanbul başkent olarak Osmanlı’da kalmakta, Boğazlar’ın denetimi İngilizlere verilmekte ve Kürdistan’ın kurulması gerçekleşmektedir. Buna karşılık, Osmanlı Devleti, hilafetin gücünü izin verdikleri bölgelerde İngiltere lehine kullanacak, Kıbrıs ve Mısır üzerindeki haklarından vazgeçecektir vs. (Abdülhamid’in pamuk ipliğiyle dahi olsa bağlı tutmaya çalıştığı Libya, Kıbrıs, Mısır ve Sudan’ı Lozan’da İngilizlere verdiğimizi biliyor muyuz? Madde 17. ve devamına bakın derim.)
Sevgili okurum sözün burasında haklı olarak şunu soracaktır: Ortalıkta kulaktan kulağa sadece bir rivayet dolaşmamakta, aynı zamanda bir ‘belge’ de sunulmaktadır. Peki ona ne diyeceksiniz?
Doğru, bir ‘belge’ var da, bu ne kadar ‘mevsuk’, yani sağlıklıdır, çok tartışılır.
Belgeyi Fransızlar ele geçirip yayınlar ve kısa zamanda hedefine ulaşır. Zira anlaşmanın varlığı duyulur duyulmaz İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin arasına bomba düşmüş gibi olur. Fransızlar, İtalyanlar ve hatta Amerikalılar İngiltere’ye bozulurlar.
Ne var ki, inkılap tarihçisi Y. Hikmet Bayur belgeyi arşivde aramış, bulamayınca da suçu Vahdettin’e atmış ve belgenin ya onun tarafından yok edildiği ya da yurtdışına kaçarken götürüldüğü tahmininde bulunmuştur. Ancak yanıldığı çok geçmeden anlaşılır.
Mesela “Nutuk”ta Damat Ferid Paşa aleyhine eline geçen bütün fırsatları değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, nedense bu elini olağanüstü derecede güçlendirecek olan sözde ‘gizli anlaşma’dan hiç söz etmez. Yani o gizli belge, yakın tarihin resmi metinlerinin başında gelen “Nutuk”ta dikkate dahi alınmamıştır. Bu durum size de çok garip gelmedi mi?
Hatta M. Kemal Paşa, 12 Aralık 1919’da Sivas’tan Kâzım Karabekir’e çektiği telgrafta tam da bu belgeden söz eder ama ona dair şüphelerini de dile getirmekten kaçınmaz. Belgenin doğrulanması ve aslının ele geçirilmesi için çalışılmakta olduğunu söyler. Nitekim yalnız bizimkinde değil, Londra’daki İngiliz Arşivi’nde de aslı bulunamamıştır. Hadi diyelim ki, bizdekini Vahdettin uçurdu, Lozan imzalandıktan sonra İngilizler hâlâ Vahdettin’i korumak için mi saklamışlardır onu?
Kaldı ki, İngiliz işgal yetkilileri anlaşma haberini aldıklarında Lord Curzon’a, belgede adları geçen kişileri tanımadıklarını, “uydurma olduğu şüphe götürmeyen” bu belgenin, İngilizler ile diğer İtilaf güçlerinin arasını açmak üzere düzenlendiğini yazmışlardır. Lord Curzon ise onun kesinlikle uydurma olduğu kanaatindedir. Üstelik bunu Sir George Buchanan’a gönderdiği kapalı telde yazmıştır. Yani düşüncesini saklaması için hiçbir sebebin olmadığı bir ortamda.
Dolayısıyla İngilizlerce dahi resmen yalanlanmış bir sahte belge karşısındayız. Sonuç:
1. Vahdettin böyle bir belgeyi imzalamamıştır.
2. Damat Ferid, Osmanlı Devleti’nin İtilaf kuvvetleri arasında parçalanmadan ‘bir bütün olarak’ İngiliz himayesine alınması için uğraşmıştır ama nafile. Zira İngilizler, böyle bir himayenin, işgal kuvvetlerini birbirine düşman edeceğini bilecek kadar akıllıdırlar.
Salâhi Sonyel şu hükme varır:
Damat Ferid ile İngiltere arasında böyle bir anlaşma imzalanmamıştır. Belge ya İngiltere’ye doğru kaymakta olan Osmanlı yönetiminin yüzünü kendilerine çevirmek isteyen Fransızlar tarafından uydurulmuştur (ki bu durumda epey işe yaramış ve kısa bir süre sonra Damat Ferid sadrazamlığı kaybetmiştir), ya da Damat Ferid, hem İngiliz, hem de Fransız gizli haber alma servislerinde “çifte ajan” olarak görev yapan üç levanten tarafından aldatılarak böyle bir belgeye imza atmıştır.
Ancak ilginç olan nokta, sahte de olsa belgede Vahdettin’in imza veya onayının bulunmamasıdır; hatta Damat Ferid’in imzası da taklittir! Nitekim Nisan 1920’de 4. kez sadrazam olduktan sonra anlaşmayı kendi ağzından yalanlayacaktır.
Burada şu sorulabilir: Bir sadrazamın İngilizlerin bile tanımadığı 3 istihbarat subayıyla yaptığı ‘gizli’ anlaşma bir devlet için ne kadar bağlayıcı olabilir, bir; ne kadar ciddiye alınabilir, iki?
Bitmedi daha. Siyaset bilimi eğitimini Sorbonne Üniversitesi’nde tamamlayan Hasan Yıldız’ın Fransız arşivlerinde yaptığı araştırma sonunda anlaşma metninin bir kere daha sahte, yani açıkça Fransız istihbaratı tarafından ‘üretilmiş’ olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Fransız devlet arşivlerinde yaklaşık 20-30 bin sayfalık bir taramayla sonuca ulaşılmış, önce sahte belge, sonra da onun sahte olduğuna dair belgeler çıkmıştır. (Bkz. Hasan Yıldız, 21. Yüzyılın Başlarında Kürt Siyasası ve Modernizm, İst. 2006, Doz Yay., s. 160).
Tarih sahte belgelerle değil, gerçek belgelerle beslendiği zaman boy atan bir bitkidir.
02 Mayıs 2010, Pazar