Konuşmayan Osmanlı
Ali Seydi Bey Teşrifat ve Teşkilat–ı Kadimemiz’de sefirleri huzura kabul ederken padişahların hemen hiç konuşmamasının bir teşrifat kaidesi olduğunu belirtir. Elçi içeri girince yere alnını sürer ve sebeb-i ziyaretini belirten kısa bir konuşma yaptıktan sonra konuşma hemen tercüme edilirmiş. Elçinin getirdiği mektup sırasıyla miralem ağaya verilir, o da elden ele ulaştırması için sıranın en sonunda duran vezire ulaştırır, sadrazam ise mektubu taht minderinin üstüne koyarmış. Eğer padişah elçinin hükümdarına bir mesaj göndermek isterse sadrazama fısıltı tonunda söyler, sadrazam tercümana, o da elçiye ulaştırırmış.
Gerçekten de o ihtişamlı padişahların şimdiki siyasetçilerle kıyas kabul etmeyecek kadar sözlerine cimri davrandıkları anlaşılıyor. Özellikle yabancılar karşısında suskunluğun apayrı bir etkileyiciliği olduğunu keşfetmiş olmalılar. Az konuşan ama konuştuğunda bu nedretin acısını çıkarırcasına bilgelik taşından yontulmuş cümleleri elmas mukavemetinde ağzından döküveren bir büyük geleneğin mirasçıları oldukları anlaşılıyor Osmanlıların.
Yalınız devlet teşrifatında değil, gündelik hayatlarında da gevezeliğe ve şamataya prim vermeyen insanların diyarıdırOsmanlı toprakları. Sokakların ne kadar sakin olduğundan, çocukların ne kadar gürültüsüz oynadıklarından hayretle söz eden birçok seyyah geçmiştir Dersaadet’ten. Ne var ki Osmanlılarınkonuşmayışlarına kafayı Nobel ödüllü Norveçli romancı Knut Hamsun kadar takmış birisi zor bulunur. 1899’da İstanbul’a gelmiş olan Hamsun, Avrupa basınının Abdülhamid hakkındaki ithamlarının asılsız olduğuna kanaat getirir müşahedeleri karşısında. Adeta tek taraflı bir monolog vardır ortada: Avrupa basını konuşmakta ama “Türk” (kelimeyi “Osmanlı” olarak okumalıyız) susmaktadır: “Amma şimdi karşı tarafın konuşması lazım, karşı taraf tamamen dilsiz. Yalnızca bir taraf konuşuyor, hem de fasılasız ve bütün dünyada.”
İstanbul’a ayak bastığının ertesi günü yanında bir kadınla beraber bir kahvehaneye gidiyor Hamsun. Bundan yaklaşık 100 yıl öncebir kadının İstanbul’da bir kahveye girip oturmasına herkes şaşmalıydı, değil mi? Ne gezer! Kimsenin umurunda bile olmuyor. Ve asıl bu umursamayış hayretten hayrete düşürüyor ünlü romancıyı: “Buraya ilk defa bir kadın ayağı basıyor olma ihtimalinin yüksekliğine rağmen, gelişimize kimse şaşırmamış gibi davranıyor. Müşterilerin hepsi bizden tarafa bakmamak üzere anlaşmışlar sanki. Meraklılık Şarklıların tenezzül etmedikleri bir davranıştır.”
Neyse, kahveler gelir, fincanlar çalkalanarak içilir. Ancak biraz şekerli midir ne? Fransızca şekersiz kahve istediklerini söylerler. Fakat garson ne dediklerini anlamaz. Bu sırada karşıda oturan ve nargile içen bir Türk, kahveciye alçak sesle bir şeyler söyler ve biraz sonra sade kahveleri önlerindedir. Eh, Hamsun’un da buna bir teşekkür etmesi lazım gelmez mi? Ayağa kalkıp hafifçe eğilerek adamı selamlar. Beklemektedir ki adam da kalkıp selamını alsın. Fakat “Türk” oturduğu yerden selamını almakla iktifa eder ve kalkana kadar da bir daha onlarla alakadar olmaz. Şaşkındır Knut Hamsun. Fakat itiraf etmekten de geri kalmaz: “Esasen asil bir davranış bu, o da ayağa kalkıp bizi selamlasa tuhaf olurdu. Bizim gibi turistler onu niçin alakadar etsin ki? Biz Garplılar, barbarlar onu niçin alakadar etsin ki?” Bir başka ilginçolayı ise Ayasofya’da hafızlık çalışan gençlerle karşılaştığındayaşar. Onların vücutlarından yukarısını ezber sırasında ileri geri sallamalarını önce gösteri zannederek küçümser. Ancak uzun uzun gözüne baktığı talebenin bakışları bir kere bile Hamsun’unkiyle buluşmayınca, “Uzaklardan gelip, yanımızdan, bize hiç temas etmeden geçen bu yakıcı bakışı asla unutmayacağı”nı söyler ve ekler: “Haşmetli bir kral veya kraliçe bile olsaydık, orada bulunuşumuz hiçbir şey ifade etmeyecekti ona.”
Son bir olayı daha aktaralım. Abdülhamid’i cuma selamlığında görmek için izin alan Hamsun -ki bir Avrupalı’dan beklenmeyecek ölçüde Abdülhamid’e arka çıkar hatıratında-, Teşrifat Müdürü’ne Norveç ve İsveç Sefareti’nden bir mektup takdim eder, padişaha verilmek üzere. Hamsun’un referansı karşılıksız kalacaktır. “Ne garip!” der, şaşırarak, “Cevap verip ayağa kalkması ve reverans yapması lazım gelmez miydi? Lakin yerinden bile kıpırdamıyor. Söylediklerimin hiçbir tesiri olmuyor, adam mektubu eline alıyor, bir saniyede zarfı yırtıp yere atıyor. Türklerin düşünme tarzının bizimkilerden farklı olduğunu anlıyorum. Adam mektubu yüzünde bir tebessümle okuyor. Tebessüm…”
Örnekleri artırmak mümkün. Ancak gevezeliğin yerildiği, az konuşmanın (padişahlar dahil) faziletinden sık sık dem vurulduğuve bunun fiilen yaşandığı bir dünyadır Osmanlı toplumu. Her erdemin devir değişince bir zaaf haline gelme tehlikesi içerdiğini Hamsun’un gelişinden çeyrek asır sonra rejim değiştiğinde toplumu susturma girişimlerinde kazanılan başarıdan da çıkartabiliriz!
(*) Knut Hamsun ve H.C. Anderson, İstanbul’da İki İskandinav Seyyah, Çev.: Banu Gürseler-Syversten, 3. baskı, Yapı Kredi, 1998.