• Home
  • Genel
  • Küreselleşme, postmodernizm ve tahkim

Küreselleşme, postmodernizm ve tahkim

Küreselleşme, postmodernizm ve tahkim
Türkiye’de yatırım yapan veya yapacak olan yabancı şirketlerin sözleşmeden doğan sorunlarının giderilmesinde Türk adalet sisteminin devreden çıkarılması, bunun yerine uluslar arası bir hakem heyetinin denetiminin getirilmesi, kısaca tahkim gündemdeki sıcaklığını koruyor. Hükümet, “tavizsiz” bir tutumla çıkarmaya kalktığı tahkim kanununun muhalefetin desteği olmadan çıkamayacağını anlayınca şimdilik Genel Kurul’daki görüşmeleri askıya aldı. Bu süre zarfında hiç değilse Danıştay’ın da devrede olması gerektiğini savunan DYP’yi ikna edeceğini umuyor olmalı hükümet kanadı. FP ise kesin olarak karşı olduğunu bildirdi.

Tahkim yalnız siyasi partileri değil, köşe yazarlarını da “böldü”. Bu arada ilginç görüntüler de yaşandı. Yıllardır kuvva-yı milliyecilik yapanların bir kısmı tahkimin kapitülasyonları diriltmek anlamına geleceğini savunurken, diğer bir kısmı ne kadar elzem bir nimet olduğuna dair tadından yenmez nutuklar irad etti.

Bu arada 68’lilerin kahiri ekseriyetinin tahkimi savunması ise çarpıcıydı. Tıpkı Ecevit’in bir zamanlar kendisinin de aralarında olduğu solcuların Boğaz Köprüsü’ne karşı çıkmalarının köklü bir hata olduğunu beyan edip bugün tahkime karşı çıkanların aynı konumda bulunduklarını söylemesi gibi, 6. Filo’yu “denize döken” kahramanların bugün kuzu kuzu tahkimi alkışlamaları, hatta yere göğe sığdıramamaları, hatta hatta ülkemizin geleceğinin bu karara bağlı olduğuna bizi iknaya kalkışmaları ise tek kelimeyle ibretlikti.

Kuşkusuz tahkimi düz ve dar bir mantık yürüterek Sevr’le, kapitülasyonlarla, bağımsızlığımızın haleldar olması ile sınırlamak zorlama olur. Türkiye zaten adım adım dünya sisteminin içine çekilmektedir. Ara sıra hırçınlıklar yapsa da, sisteme entegre olmak yolunda kararlı adımlarla ilerleyen bir ülkedir Türkiye. Aksi halde Avrupa Topluluğu’na girmeye karar vermenin ve IMF, Dünya Bankası gibi uluslar arası sermayenin dağılım ve denetim kanallarının “egemenliği”ni kabul etmenin bir anlamı olabilir miydi?

Zira globalizasyon denilen, Türkçeye küreselleşme olarak çevrilen bu dünyayı tek bir pazar haline getirme stratejisi, gerçekte dış politikanın iç politika üzerindeki karşı konulmaz baskısı değil midir? Tabii bu küresel sermaye hareketi yalnızca para olarak gelmiyor bir ülkeye; aynı zamanda bu sermayenin rahatça işleyebileceği bir yasal, hukuki ve hatta siyasi düzeni de getiriyor. İç politikaya demokratikleşme olarak yansıyan şey, aslında bu olgunun bir uzantısından ibaret.

George Kateb hepimizden daha net: “Demokratik olmayı arzulayan bir toplumun hayatında dış politika figürleri belirleyici oluncaya kadar gerçek bir demokrasiden söz edilemez.” Aslında demokrasinin iç ihtiyaçlar sonucu değil, şu mahut “dış güçler”in o ülkede kendisine hareket sahası açma çabasının sonucu olduğu bundan daha açık söylenemezdi. Küreselleşmenin zaman ve mekanı sıkıştırması, yani zamanı hızlandırıp mekanı daraltması (dünyanın bir köy haline gelmesi) aslında iç ve dış politikanın ayrılmazcasına iç içe geçmesini, aralarındaki farkın belirsizleşmesini de getirmektedir. Bu ise bir ülkenin içeriden mi, yoksa dışarıdan mı yönetildiğinin fark edilemeyeceği “yepyeni”, “postmodern” bir evrensel yönetim biçimine doğru hızla ilerlenmekte olduğu anlamına gelmektedir.

Avrupa Parlamentosu’ndan geçen yasaların yarısı, aslında uluslar üstü yapıların, özellikle de büyük bir baskı gücüne ulaşan finansal güçlerin önceden çıkmasına karar verdikleri yasalardır. (*) Global piyasadaki son eğilimler, gerçekte liberal demokrasinin de meşruiyetini günbegün elinden alıp özünü kemirmektedir.

Habermas’ın gündeme getirdiği meşruiyet krizi, bugün liberal demokrasilerin en başta gelen dertleri arasında. Zira globalleşme ve onun hasıl ettiği zaman ve mekanın kısalıp daralması olgusu, karşısında direnebilecek tek odak olan ulusal parlamentoları hızla topallatıp sersemleştirmektedir. Klasik, yani zaman ve mekanın rehavetle aktığı dönemlere göre oluşturulmuş bulunan yasama teknikleri, globalleşmenin hızı ve etkinliği karşısında çaresiz kalmakta, onun hızına ayak uyduramamaktadır. Kendi kavram ve kurumlarını o kadar büyük bir hızla yenilemekte ve yaymaktadır ki global ekonomik güçler, buna köhnemiş parlamenter yasama sistemiyle karşı koymak veya en azından ayak uydurmak neredeyse imkansızlaşmaktadır. Öyleyse bugünün temel sorunu, Habermas’a göre şöyle konulabilir:

“Demokratik kurumları, zaman ve mekanın kısalıp daralmasının (küreselleşmenin) ortaya çıkardığı korkutucu sorunları alt etme gücüne kavuşturabilecek şekilde nasıl yeniden biçimlendirebiliriz?”

Dünya sahnesinde neler döndüğünü anlamadan hükümete de, kurumlara da kızmanın bir alemi yok. Ekonomik gücü olanlar dayatıp istediği sonucu alıyor, direnenleri ise devre dışı bırakıyor. Direnenler arasında parlamentolar olsa dahi.

Tahkim isteğini, dünya sisteminin ucuz iş pazarı ve risksiz kazanç arayışından soyutlayarak naif bir şekilde tartışmanın bize kazandıracağı hiçbir şey yok. “Postmodern dünya”ya, tıpkı bir zamanlar modern dünyayı vitrin tarafıyla görmeye şartlanan ‘tatlı su Frenkleri’nin gözlüklerinden bakmakta neden bu kadar ısrarcı olduğumuzu insan merak ediyor doğrusu.

Yoksa 1860’lardan beri Garp cephesinde değişen bir şey yok mu?

(*) Bkz. William E. Scheuerman, “Globalization and exceptional powers: The Erosion of liberal democracy”, Radical Philosophy, sayı: 93, Ocak-Şubat 1999, s. 20.

Titanik

Şu ünlü Titanik filmini yaşlı gözlerle seyreden hanımlar, filmde en çok, transatlantiğin batışı esnasında kurtarma filikalarına erkeklerin atlamayıp “Bayanlar önden!” demelerine bayılmışlar. Böyle bir şey olmuşsa, gerçekten de o erkeklerin centilmenliğine şapka çıkarılır. Lakin meselenin ilginç bir cephesi daha var.

“Siz o can pazarındaki bir erkek olsaydınız, yine kadınlara öncelik tanır mıydınız?!.”

Bu soruyu Amerika’nın ünlü magazin dergilerinden Salon’da benim gözde antifeministim Camille Paglia’ya soruyorlar. Kendisi de bir kadın olan Paglia’nın cevabı ise ilginç mi ilginç (mealen):

“Cinsiyetinin ne olduğuna bakmadan önce güçlü kuvvetli ve sağlıklı gençleri doldururdum filikaya, ardından da çocukları. Bu durumda 35-40 yaşının üstündekilere filikada yer kalmazdı. Ne yapalım ki, rasyonel düşününce böyle davranmak zorundayım. Zira ben de atalarım gibi insan neslinin devamını düşünmek için sağlıklı ve doğurgan insanlara öncelik vermek isterim. Bir tabii afette, başka ne düşünülebilir ki!”

Kuşkusuz Paplia’ya katılmak zorunda değilsiniz. Ancak aynı soruyu kendinize sorun ve dürüstçe cevap vermeyi deneyin bakalım. Cevaplarınızı gönderirseniz, ileride üzerinde duracak bir konu çıkmış olur bana da.

Çöken komünizm midir, liberalizm mi?

“Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve sonrasında SSCB’nin dağılışı, komünizmlerin ve modern dünyada ideolojik bir güç olarak Marksizm-Leninizm’in çöküşü olarak kutlandı. Kuşkusuz bu doğru. Bu olaylar, bir ideoloji olarak liberalizmin nihai zaferi olarak kutlandı. Bu, gerçekliğin tamamen yanlış algılanmasıdır. Tam aksine, aynı olaylar daha da büyük ölçüde liberalizmin çöküşünü ve “liberalizm sonrası” dünyaya kesin olarak girişimizi göstermekteydi.” Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Çeviren: Erol Öz, İstanbul 1998, Metis, s. 9.

Bir yanıt yazın