Marx ve Engels “Vatan yahut Silistre”yi okudu mu?
Silistre’nin ne olduğunu, neresi olduğunu ve orada nasıl bir destan yazdığımızı bilmiyoruz. Üstelik bu destanı biz anlatırsak, adı hamasete çıkıyor ve bu yüzden Engels’in satırlarına ihtiyaç duyuyoruz. ‘Türkler kendi tarihlerini benden mi öğrenecek?’ demeyin. Biz kalelerinden sonra mazisi de bombalanmış bir milletiz. Silistre’nin adını yalnız Namık Kemal’in okul kitaplarına girdiği kadarıyla biliriz. Ya Marx? Avrupalı burnu büyük diplomatların Viyana’da kapalı kapılar ardındaki planlarını Türklerin Silistre’deki kahramanlıklarıyla paramparça ettiklerini söyleyen meşhur Marx değil miydi?
Silistre, okul yıllarımızdan itibaren kulaklarımızda pas yapmış bir kelime. ‘Yabancı’ bir çağrışım yapıyor üstelik. İyi de koskoca Namık Kemal, onu neden “vatan”ın yanı başına oturtmuş, neden Silistre’yi vatanla özdeş olarak sunmuştu? Onu Silistre’de bu derece etkileyen sır neydi? Aslında Namık Kemal neslinin Çanakkale’si, Silistre savunmasıydı, bizim Silistre’miz de Çanakkale’dir. Çanakkale nasıl kimliğimizin olmazsa olmaz bir parçasıysa, Namık Kemal nesli için de aynı vazifeyi Silistre yapmıştı. Velhasıl, Silistre savunmasıyla Çanakkale savunması arasında ancak şehitlerin bildiği bir tünel kazılıdır.
Günün birinde atlasın başına oturup Silistre’yi aradığımda bulmakta epeyce zorlandığımı hatırlıyorum. Sonunda parmağımı Köstence limanından batıya doğru kaydırdığımda, Bulgaristan’ın Romanya sınırında ve Tuna sahilinde bir şehir olduğunu görmüştüm onun. Hele gravürlere verdiği nazlı pozlar, bu “Müslüman” şehrin olanca görkemiyle göklere ser çeken minarelerini yarıştırıyor gibiydi. Lakin merak buyurmayın, o yüz ne kadar kazınırsa kazınsın ve biz ne kadar hafızamızdan öz şehrimiz Silistre’yi silmeye çalışırsak çalışalım, altından pırıltılı sayfalar fırlar önümüze. Tıpkı tarihlerimizden ismi silinmiş kahramanlarımızdan olan Musa Hulusi Paşa’nın başından geçenler gibi.
“Gazi nehir” Tuna üzerinde, “Gazi şehir” Silistre’deyiz. Takvime baktığımızda 15 Mayıs 1854’ü görüyoruz. Rus ordusu, savaş açtığını dahi ilan etmeden Osmanlıların Eflak ve Boğdan dedikleri Romanya ve Moldova’ya girmiş, Tuna’nın güneyine geçmek için kilit noktalardan olan Silistre’yi aşmak istiyordu. 80 bin kişilik Rus ordusu şehri kuşatmış, dev toplarıyla saldırıyordu. Sadrazam’ın ordusu Şumnu’daydı; ama bir başka cephede savaştığı için yardıma gelemeyeceğini bildirmiş, ‘Başınızın çaresine bakın’ mesajını göndermişti. Bütün dünya, yenilmez Rus ordusunun Silistre’yi 3 günde geçeceğini ve Edirne’ye kolayca ineceğini tahmin ediyordu.
Ancak Osmanlı’yı yeterince tanımayanlar tahminlerinde yanılmakta gecikmeyeceklerdi. İşin ilginç yanı, yanılanlar arasında, o zamanlar Amerika’da bir gazeteye günlük yazılar yazan iki arkadaş, komünizmin kurucuları Marx ve Engels de vardı. Nitekim Engels, Temmuz 1854’te “New-York Daily Tribune”e yazdığı bir makalede cihanı ele geçirmeyi hedefleyen Rus planlarını ne Fransızların, ne de İngilizlerin bozabildiğini, bu planın Türkler tarafından Silistre’de geri çevrildiğini yazmaktadır. Kainata hakim olmak isteyen Rusların şu “basit” Silistre kalesinin anahtarlarını dahi ele geçiremeyişlerinin onların planlarındaki kofluğu gösterdiği tespiti, yine Engels’e ait. Komünist Engels bakın Silistre’yi nasıl anlatıyor:
“Savaşın başından bu yana cereyan eden askerî olaylar arasında en önemlisi, kuşku yok ki, Silistre kuşatmasıdır… Biz kuşatmanın ileri aşamasında Türklerin Arap Tabyasını savunmaktan vazgeçmek zorunda kalabileceklerini düşünmüştük. Oysa Türkler bu hisarın savunmasını bırakmamışlardır… Mareşal Paskeviç, açıklanması imkânsız silahlı gösterilerinden birini daha yaptı, kaleye 31 tabur, 40 süvari bölüğü ve 144 sahra topçusuyla yeni ve büyük bir yoklama saldırısına girişti… Ancak saldırı, Türkler üzerinde hiçbir etki bırakmadı. Tam tersine Türkler, düşman üzerine 4 bin süvari çıkarttılar… ARAP TABYASININ HASAN PAŞA KOMUTASINDAKİ 4 TABURLA 500 BAŞIBOZUKTAN OLUŞAN SAVUNMA GÜÇLERİNİN TUTUMU, EN YÜKSEK ÖVGÜYE HAK KAZANMIŞ BULUNUYOR. SAVAŞ TARİHİNDE ARAP TABYASI GİBİ BİR DIŞ TABYANIN BÖYLESİNE DAYANDIĞI BİR BAŞKA OLAY BİLMİYORUZ.”
Biz de bilmiyoruz Bay Engels. Ama bizim bilmediğimiz yalnız dünya tarihinde böyle bir savunmanın olup olmadığı değil, Silistre’nin ne olduğunu, neresi olduğunu ve orada nasıl bir destan yazdığımızı da bilmiyoruz. Üstelik bu destanı biz anlatırsak, adı hamasete çıkıyor ve bu yüzden sizin satırlarınıza ihtiyaç duyuyoruz. ‘Türkler kendi tarihlerini benden mi öğrenecek?’ demeyin lütfen. Biz kalelerinden sonra mazisi de bombalanmış bir milletiz. Silistre’nin adını yalnız Namık Kemal’in okul kitaplarına girdiği kadarıyla biliriz, o kadar.
Ya Marx? Şu Avrupalı burnu büyük diplomatların Viyana’da kapalı kapılar ardındaki planlarını Türklerin Silistre’deki kahramanlıklarıyla paramparça ettiklerini söyleyen de, Silistre’nin “görkemli savunması”ndan bahseden de, Silistre’de “Beni bir tek Türkler yanılttı” itirafında bulunan da meşhur Marx değil miydi?
Duvarları toplarıyla yıkan Rusları, surun içine yeni bir sur yaparak durduran Musa Hulusi Paşa, 10 bin kişilik bu inanılmaz direnişçisiyle 80 bin mevcutlu mağrur Rus ordusunu önüne katarak kovalamış ve aslında Çarlığı çökerten düğmeye basmıştı. İngiliz ve Fransızlar ancak bu zaferden sonra Rusların “da” yenilebileceğine inandılar ve bizim yanımızda savaşa girmeyi kabul ettiler. Musa Hulusi Paşa’ya, kazandığı bu meydan savaşı üzerine bir askerin ulaşabileceği en üst rütbe olan Mareşal rütbesi verilmişti. Bunun öğrenince ne dediğini asla tahmin edemeyiz (Marx ve Engels asıl bunu duysalardı, dünyada benzersiz olan şeylerin Türkler arasında ne kadar sıradanlaştığını görür ve saygıları şahlanırdı.) “Şehitlik rütbesini tercih ederdim” sözleri dökülmüş Musa Hulusi Paşa’nın ağzından. Nitekim bu sözü söyledikten tam 3 gün sonra, Silistre’ye dönen Rus ordusunun yeni bir bombardımanı sırasında, sabah namazı için abdest alırken üzerine düşen bir top güllesiyle şehadet şerbetini içmişti.
Marx ve Engels’i kendisine hayran bırakan Musa Hulusi Paşa ve askerlerinin Çanakkale’ye yardıma geldiklerini görmemek için kör olmak lazım.
Do you want Search?
Random Post
Search