Demirel, “farklılaşmış vatandaşlık” mı istiyor?
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, biliyorsunuz bir süredir “anayasal vatandaşlık” kavramını tartışmaya açtı. Sık sık anayasal vatandaşlığın, Türkiye’nin tıkanmış devlet-toplum ilişkilerine derman olacağını vurguluyor konuşmalarında. Aslında ilginç teorik açılımları da olan bu konuyu, nedense fazla tartışmaya değer görmedi aydınlarımız. Gerçekte Sayın Demirel’in bu kavramı tartışmaya açması, 1970’lerden itibaren dünya siyaset bilimi literatürüne ağırlığını koyan ve şimdilerde alabildiğine tartışılan bir konuyu geniş kitlelere yayma çabası olarak da okunabilir. Zira Aydınlanma dönemi ve Fransız İhtilali sırasında oluşturulmuş bulunan “evrensel vatandaşlık” kavramı, yani dünyadaki bütün devletlerin yurttaşlarının eşit haklarla donanması gerektiği fikri, farklı kimliklerin ezilmesini, yok sayılmasını da getiriyordu beraberinde. Vatandaşlık, milli devleti kuran ırk, etnik grup veya toplumsal kesimin ya da siyasi gücün, -hadi feministleri kırmamak için onu da ekleyelim- “erkek egemen” düzenin istekleri doğrultusunda oluşturuluyor ve diğer gruplar veya kesimlere de bu karşı konulmaz “evrensel” güce tabi olmaktan başka çare kalmıyordu. Bu da aynılığın, eşitliğin, bir ve beraber, bölünmez bir bütün olmanın, farksızlığın amentü gibi diğer gruplar veya kesimlere belletildiği bir eğitim sürecinde beyinlere zerkediliyor, böylece bir milleti oluşturan kesimler içindeki dini, cinsel, kültürel veya etnik farklar, reddediliyor, yalnız reddedilmekle de kalmıyor, bastırılıyordu.
Farklılıklar üzerine serilen bu “modern örtü”, artık çeşitli noktalarından deliniyor. Bir yandan feministler, “Bu milli devlet ve vatandaşlık, erkeklerin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır, kadınları temsil etmiyor” diye feryad ederken, öte yandan azınlık dini gruplar yalnız farklılıklarının tanınmasını talep etmekle yetinmiyor, ortak kimliğe kendi kimliklerinin renginin de yansımasını talep ediyorlar. Kanada’da olduğu gibi Quebecliler, kendilerini İngilizce konuşan nüfustan ayırmak ve kendi bağımsız eyaletlerinde resmi dil olarak Fransızcayı kullanmak istiyorlar (bunu başardılar nitekim).
Bu durumda, aydınlanmanın evrensel eşitlik ve farklılığı barındırmayan vatandaşlık kavramları delinmiş, hatta çoğu yerde lime lime olup işlemez hale gelmiştir. Bu aynılaştırılmış, tek tipleştirilmiş vatandaşlık, diğer grupların dışlanmasına, haklarının yendiği duygusuna kapılmalarına ve dolayısıyla vatandaşlığın asıl ifa etmesi gereken sosyal bütünleşmeyi gerçekleştirme projesinin akim kalmasına yol açmaktadır.
İşte evrensel vatandaşlığın bu tıkanmasına karşı geliştirilen çözümlerden birisi de, Sayın Demirel’in ortaya attığı “anayasal vatandaşlık”tır. Bu yeni vatandaşlık tanımında, bir zamanlar modernleşmeye geçerken belki de zaruri olarak “üzeri örtülmüş” olan kimliklerin kendilerini kendileri kalarak, ancak ortak ve paylaşılmış bir değerde mutabakata, yaygın deyimle konsensusa imza atarak yine milli devletin sınırları içerisinde yaşaması öngörülmektedir.
Anayasal vatandaşlık kavramına siyaset bilimcilerince getirilen eleştirilerden birisi, sosyal bütünleşmeyi ortadan kaldıracağı ve milli devlet kurulurken oluşturulmuş bulunan vatandaş-devlet ilişkisinde bir çözülme yaratacağı yönünde odaklanmaktadır. Anayasal vatandaşlık kavramı taraftarları, buna mukabil, asıl her grup veya kesimi ortak bir paydada buluşturamaz ve mutabık kalacakları bir metin etrafında bir araya getiremezsek, yani eskiden olduğu gibi kimliklerini bastırmaya devam edersek, asıl o zaman bir sosyal çözülme kaçınılmaz olacaktır, görüşünü savunuyorlar. Anayasal vatandaşlık iledir ki, milli devletin kuruluş sürecinde dışlanmış, gönülsüz olarak vatandaşlık kazanmış ve değerlerini içine gömmüş gruplar, ortak milli kimliğe daha da yaklaşacak ve devlete daha bir benimseyerek sahip çıkacaklardır.
Jürgen Habermas, Chantal Mouffe ve Will Kymlicka gibi birbirinden farklı ekollere mensup düşünürlerce yoğun olarak tartışılmaktadır bugün anayasal vatandaşlık. Bana öyle geliyor ki, Kymlicka’nın Kanada bağlamında sözünü ettiği “farklılaşmış vatandaşlık” ve Habermas’ın Avrupa vatandaşlığı için ön şart olarak koyduğu “anayasal vatanseverlik” kavramları da, anayasal vatandaşlığın farklı açılımlarıdır.
Öte yandan çağımızın en orijinal birkaç siyaset filozofundan birisi olan John Rawls’ın ortaya attığı “paylaşılmış adalet kavramı” da yine sözünü ettiğim tıkanmış devlet-vatandaş bağını yeniden formüle etme girişimlerinden birinin sonucudur. Rawis, eğer, demektedir, toplumun bireylerini, başka hiçbir bağ olmasa da, hepsinin paylaşabileceği bir adalet anlayışında birleştirebilirsek, yani adaleti, hukuku toplumun göğsünü gere gere sahip çıkabileceği bir norm haline getirebilirsek, o zaman bu “farklılaşmış” grupların üzerinde birleşeceği bir müşterek zemin bulmuş oluruz.
Görüldüğü gibi ilginç tartışmalar cereyan ediyor dünyada. Elin oğlu artık Avrupa vatandaşlığı diye milli kimliklerin de üzerinde şemsiye bir kimlik oluşturmanın yolunu yordamını ararken, bizim gençlerimiz -evet üstelik genç olacak bunlar!- Siyaset Meydanı’nda resmi söylemin dışında birkaç kelam etmek isteyenlerin üzerine yürüdüler Cumhuriyet’in 76. kuruluş yılında.
Dünyada duvarlar erirken bizde tersine, tahkim ediliyor!
21. yüzyıla kesimler arasındaki duvarların çılgınca muhkemleştirilmeye çalışıldığı bir ortamda girmek, benim umutlarımı kırdığı kadar Sayın Demirel’inkini de kırmış olmalı ki, anayasal vatandaşlık bağını bir formül olarak ortaya attı. Ben bu kavramın önemli olduğunu düşünüyor ve tartışılmasında büyük fayda görüyorum. Meraklısına not: “Farklılaşmış vatandaşlık” kavramı ve benzeri demokratik açılımlara ilişkin tartışmalar (Habermas’dan Rotry’ye kadar) derli toplu biçimde, ne yazık ki Türkiye’nin yurt dışına kaçırdığı beyinlerden Seyla Benhabib’in editörlüğünü yaptığı Democracy and Difference (Princeton, 1996) adlı ortak kitapta bulunabilir. Ayrıca Will Kymlicka’nın Çokkültürlü Yurttaşlık adıyla çevrilen kitabına da bakılabilir. Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 1998.