Metropolde kurban

Metropolde kurban

Ünlü Alman sosyolog ve filozofu Georg Simmel (1858-1918), alanında çığır açmış makalelerinden ‘Metropol ve Zihni Hayat’ta, büyük şehirlerde ‘Herhalde, kanıksanmış bakış kadar kayıtsız şartsız şehre özgü bir başka ruhsal olgu yoktur.’ der. ‘

Simmel, metropolde duygunun yerini hesapçı aklın aldığını, çevreden gelen uyaran bombardımanı altında eskisi gibi duyarlı kalamayan insanın psikolojik olarak bu niceliksel artışa karşı bir savunma mekanizması geliştirdiğini, bunu da insanı çevresiyle ve şehriyle bir anne-çocuk ilişkisine (zaten metropol de ‘anne-şehir’ demek değil midir?) değil, bir matematikçinin rakamlarla olan ilişkisine hapsettiğini belirler.

Gerçekten de geleneksel şehirlerimizdeki ‘çevreyi ve çevreyle yaşamak’tan uzaklaşıp bugün çevremizde olan bitenlere, komşulara, binalara, sokaktan geçenlere ve hayvanlara kanıksanmış bakışlar fırlatmaya hepimiz giderek daha çok meyyal hale geliyoruz. Bunu içinde bulunduğumuz Kurban Bayramı’nda daha yoğun olarak hissettiğimi itiraf edeyim.

Allah kabul etsin, kurbanlığımızın kesileceği yer, biraz garip gelecek belki size ama bir oto yıkama-yağlama yeriydi. Yan yana yatırılan büyükbaş hayvanlar cümbür cemaat tekbir getirilerek boğazlanıyor, bu sırada oluk oluk akan kanlar, hemcinslerinin topuklarına kadar çıkıyordu; bütün olup bitenleri umarsız bir tevekkülle ve donmuş gözlerle seyreden bir sonraki hayvan, Zaloğlu Rüstem misillü erler tarafından kündeye getiriliyor ve aynı işlem saatler boyu tekraren sürüyordu. Sonunda sıcağın da etkisiyle pıhtılaşan kanlara boyanmış yerlere yatırılan sığırlar, bu vahşet sahnelerini kim bilir kaç defa seyrettirilip, hemcinslerinin acı hırıltıları işittirildikten sonra yere devriliyor ve ‘işlem tamam’lanıyordu.

Bir mezbahadan farksızdı sizin anlayacağınız kurban kesim yerimiz. Oysa mezbahada hayvan boğazlamakla ‘kurban kesmek’ arasındaki tek fark, hep birden tekbir getirmek ve kesenlere vekalet vermekten ibaret mi olmalıdır? ‘Kurban’, adı üstünde bizi Allah’a yaklaştıran şeydir; bu derece değerden ve duygudan soyulmuş bir şekilde, bu kadar, Simmel’in sözünü ettiği ‘kanıksanmış bakış’ ile mi boğazlanıp parçalanmalıdır onlar?

Sözün burasında Sermet Muhtar Alus’un bundan 50 yıl önce kaleme aldığı ‘Kurban Bayramlarımız’ adlı yazısından kısa bir iktibasta bulunmak istiyorum, eski kurbanlıkların birkaç günlük de olsa ne kadar ihtişamlı bir saltanat sürdüklerini daha iyi anlatabilmek için:

‘Erbabı, daha kuzu iken gözünün karasını, burnunun tümseğini, geyreklerini iyice yokladıktan sonra almış. Rüstem, Dilaver, Şahin misillu ad takarak evlat gibi, fıstık üzümle büyütmüş. Haftada bir iki gün yanına katıp cami avlularında, başka meraklılarınkilerle boy ölçtürmüş; iki yaşını bulunca da satılığa çıkarmış… Kurbana iki üç gün mü kaldı, önce Arap sabunuyla, sonra Hacı Cemali ile yıka babam yıka. Kar beyaz tüyleri seyrek dişli sakal tarağıyla mükemmelen tarayıp aslan yelesi gibi kabarttıktan sonra alnına, arkasına lal şekerci boyasından süsler; boynuzlarına varak yaldızlar; başına kırmızı papaziden ve iki yanı kırmızı, pembe kurdelelerle fiyongolu hotoz veya duvak; şakaklarına birer tutam gelin teli… Koçun yüzüne gözüne gülsuyu serpildikten, ağzına tuz sunulduktan, gözleri de salaşpurla sarıldıktan sonra (kanlı bezleri kullanıp hayvancağıza kan kokusu duyurmak kat’iyyen mekruh) tepinerek kolay can versin diye bir ayağı bırakılıp üçü bağlandı mı, tekbirle sahibinin namına kurban edildi gitti.’

Bütün bu kurban-insan diyaloğuna kendimizi Binbir Gece Masalları kadar uzak hissedişimizin temelinde, ‘kurban’ın metropol insanları olarak gözümüzde nesneleşmesi, eşyalaşması yatıyor bana göre. O artık bizi ahirette Sırat Köprüsü’nden geçireceği için bütün bir ebedi saadet rüyasının, ümitlerinin bağlandığı bir ’emanet’ değildir. O gülsuları serpilen masum çehresinde hemcinslerimize yönelik şiddet ve vahşet güdülerimizi nötralize eden bir paratoner değildir. O artık, elimizden her nasılsa kaçtığında makineli tüfeklerle taranarak yaralı olarak yakalanan ve televizyonlarda bu ‘heyecanlı anlar yaşatan sahnelerin’ defalarca beynimize ışınlandığı, elimizde kaldığındaysa bir kan deryası içerisinde başı ve derisi gövdesinden işkence çektirilerek ayrılan (sadece İstanbul’da 500’e yakın kişinin bu bayramda elini ayağını kestiği için hastanelere yollanmasını başka nasıl açıklayabiliriz?), iç organları ve yağları toprağa emanet edilmek yerine cadde kenarlarındaki çöp konteynerlerine atılan herhangi bir nesne haline gelmektedir.

Bir bayram yazısı için belki biraz sevimsiz oldu ama metropolün ibadetlerimizin bence çok önemli bir tarafını teşkil eden duygusal yoğunluğunu giderek nasıl kemirdiğini görünce hissettiklerimi sizinle paylaşmak istedim.

Kurbanlıklarımızı kendi çocuklarımız kadar sevebileceğimiz bayramların uzakta olmaması temennisiyle Kurban Bayramınızı tebrik ediyorum.

10 Nisan 1998, Cuma

Bir cevap yazın