Mimar Sinan ve Bursa
Dün (6 Nisan 1998), Bursa’nın fethinin 672. yıldönümü. İki gün sonra ise tarihler 9 Nisan’ı gösterdiğinde usta Mimar Sinan’ın ölümünün 410. yıldönümünü idrak edeceğiz. Her iki yıldönümünü buluşturacak ortak nokta ise benim için ancak “Bursa ve Sinan” olabilirdi.
Başlığı atmak kolay da, muhtevayı oluşturmak göründüğü kadar basit olmadı benim için. Çünkü hem Bursa, hem de Sinan, zihnimizde kolayca bir araya geliveren ve “Osmanlı” dediğimizde ilk çağrışımlara açılan kapılar şeklinde karşımıza çıksalar da, fiiliyatta hemen hiç yan yana gelmemiş oldukları görülür. Ne Sinan bu eski başkentte en ufak bir eser bırakmıştır, ne de Bursa’nın Sinan’ın o “emperyal” vizyonu içerisinde kayda değer bir yeri olmuştur. Oysa araştırmalar derinleştirildiğinde Sinan’ın en azından yetişme döneminde Bursa’ya gelerek “kuruluş devri”nin mimari eserlerini incelediğini, orada olgunlaşmış çini geleneğini tevarüs ettiğini, Bursa camilerinin içinde yer alan havuzların bir yankısını bir defalık da olsa, Selimiye’nin müezzin mahfilinin altına taşıdığını fark edebiliyoruz.
Peki bu ve benzeri Bursa etkilerine rağmen Sinan’ın Bosna’dan Kırım’a kadar geçtiği yerlere serptiği çil çil kubbelerden bir tane olsun Bursa’ya yapmayı aklından geçirmemiş olduğunu düşünmek ne kadar doğru olur? Evet, bir gerçek var ortada: Sinan’ın Bursa’da hiçbir eseri yoktur. Fakat bir eser mutlaka pozitif anlamda alınırsa. Zihnimizi biraz da yapmamak üzerinde yoğunlaştırmayı denemeye ne dersiniz? Belki de tarihe bu gözlükle bakmak, bize öğretilen pek çok efsaneyi sorgulamak imkanını açacaktır önümüze!
Sinan, belli ki bu kadim başkente müdahale etmemeyi bilinçli olarak tercih etmiştir. Hem de kendisine II. Selim’in, “karındaşı” şehzade Mustafa’ya bir türbe yapması emrine rağmen. Kemal-i nezaketle geri çevirir bu teklifi Sinan; yerine Mehmed Çavuş adında bir ‘yarar üstad’ın gönderilmesini ve kendisinin affını istirham eder.
Niçin dokunmak istememiştir Bursa’ya? Şöyle düşünmeye çalışalım: Sinan Bursa’da bir eser ortaya koyacağı zaman şu iki seçenekten birini tercih etmesi gerekiyordu: Ya kendi sanatını konuşturacak bir yapı ortaya koyacaktı ki, bu, kuruluş devrinin bütünlüğünü yaşamakta ve yaşatmakta olan Bursa adlı Osmanlı’nın ‘derin hafızası’nda bir kırılmaya yol açacaktı; ya da bir sanatçı için hiç de istenmeyen bir şey olan “arkaizm”e düşecek, geçmiş biçimleri kopya ederek onların basmakalıp taklitlerini yapacaktı. (Bu durum, günümüzde divan şiiri yazmak için uğraşmaya benzer. O şiirin kendisine has ortamı ortadan kalktıktan sonra yapmacık sanatın gölgesi üzerinden kolay kolay kalkmaz buna teşebbüs edenlerin.)
Yalnız bir mühendis olmayıp aynı zamanda deha sahibi bir sanatçı da olan Sinan, geçmiş biçimleri olduğu gibi tekrar edemeyeceği (Bursa camilerinin tuğla minarelerine bir klasik dönem mimari niçin geri dönsün?) ve kendi mimarisinin bu ruhunu çok iyi kavradığı şehre uygun düşmeyeceği için bir “müdahale”den kaçınmıştır. Onun içimizdeki aydınlıkla beraber ebediyete kadar yaşamasını istemiş, bir devletin ‘mahremiyyeti’ni temsil ettiğini bilerek mahfuz bir hafıza olarak kalmasını arzu etmiştir. Böylece bir şehre yalnız yaparak değil yapmayarak da katkıda bulunulabileceğini ispat etmiş olmaktadır.
Dahiler böyledir işte: Onlar yalnız yaptıklarıyla değil, yapmadıklarıyla da büyük nizama katkıda bulunmayı bildikleri için büyüktürler.