Nerde o eski New York!

Nerde o eski New York!
O güzelim şehirlerimizin gözlerimizin önünde paldır küldür yıkılıp gitmesinden, eski beşeri ilişkiler manzumesinin sırra kadem basmasından, özelliklerini kaybetmelerinden sık sık dem vuranların yalnız Doğulular olduğunu zannetmeyin. İşte Walter Benjamin’in deyişiyle “19. yüzyılın başkenti” o yerinde duramayan şehir Paris’in kaybına mersiye düzen Fransızlar, işte Viyana’yı koruyalım diye çırpınan Avusturyalılar, işte birleşmenin sancılarından Berlin’i tedavi edecek bir iksir devşirmeyi uman Almanlar…

Şimdi bunlara bir de New York eklensin ister misiniz?

Özellikle Amerikalı muhafazakar çevreleri şimdilerde “Nerde o eski, cıvıl cıvıl New York” nostaljisi fena halde sarmış durumda. 1960’ların, 1950’lerin, hatta 1930’ların New York’unun şimdikinden kat be kat üstün ve tercihe şayan olduğunu söyleyen New Yorklular bunu sadece duygusal düzeyde bırakmayıp rakamlara da dökmeye üşenmemişler.

Yalnız bizdeki “nerde o eski …” nakaratıyla New York nostaljisi arasında ince bir fark yatıyor. Bizde sanki şehir onu yapan insanlardan bağımsızmışcasına sadece eski evler, sokaklar, binalar, tramvaylar vs. öne çıkarılarak yakınılırken, New Yorklular şehirlerine kimlik kazandıran “ruhun”, “girişimci ruhun” ortadan kaldırılmasıyla birlikte şehrin devlete bağlandığından ve kanındaki yapıcılık cevherinin atalet kesbettiğinden şikayette bulunuyorlar.

İşte iktisatçı Raymond J. Keating’in vurgulamaya çalıştığı şey de bu. 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlarına kadar New York özgür ruhluların memleketiydi. Şehir sakinlerinin enerjilerini yaratıcılığa kanalize eden motor ise özel sektördü. Ne var ki 1930’larda başlayıp 1960’lar ve 70’lerde zirvesine ulaşan devlet müdahalesi ile birlikte New Yorkluların şevkleri söndürüldü ve şehir devlete teslim oldu. Özel sektörün şehirde ateşlediği yapıcılık ruhu pörsüdü. Bir zamanlar “insanları özgür kılan” New York’un havası bürokrasinin demir kafesine tutsak edildi.

Peki bu müdahale şehre fayda getirebildi mi? Ne gezer! Keating’e kulak verelim isterseniz:

“Tabiatıyla ve tahmin edileceği gibi bu çabalar sefil bir başarısızlığa duçar oldu. Şehir denilen cennet yitirildi. New York’ta yaşamak, çalışmak, yatırım yapmak ve risk almak imkansız hale geldi. Ekonomik büyüme ve yeni iş alanları açmak söz konusu olmaktan çıktı. Şehir mali bir sepet, bir para sepeti durumuna geldi. Bireysel sorumluluğunu kullanmak isteyenler mağdur edildi. Evler tamir edilemez duruma düştü, eğitimin kalitesi ise düşmeye başladı.”

Keating 1960’lar ile 1990’ları karşılaştırdığında ilginç rakamlara ulaşıyor. New York’un borcu hükümet icraatları sonucunda bugün 1960’lara göre üç kat artmış, şehirde yaşamak pahalılanmış, vergiler bütün Amerikan şehirleri arasında en yüksek seviyeye çıkmış, eğitimin kalitesinde hızlı bir düşme, buna mukabil suç oranlarında hızlı bir yükselme eğilimi ortaya çıkmış.

Keynesçi ekonomi politikalarını şehrin bu hale düşmesinden sorumlu tutan Keating, onun insanları üretime ve arza değil, tüketime yönlendirildiğinden şikayet ediyor. Tüketimi besleyen bir üretim çabası olmadığında şehrin çevresine bağımlı hale geleceğini ve bütün bir ülkenin üretim hasılasını tüketen hantal bir deve benzeyeceğine dikkat çekiyor.

Eğer yeniden 1930’lu yılların müteşebbis, üreten, yatırım yapan ve tüketen New York’una dönmek istiyorsak, diyor Keating, yeniden, üretim merkezli bir ekonomi politikasını uygulamaya geçirmeliyiz. Bu hem isanların kaybettikleri şehre katılma bilinçlerine ve onu biçimlendirme çabalarına hız verecek, hem de şehirde bir misafir değil, ev sahibi oldukları duygusunu pekiştirmeye hizmet edecektir.

Velhasıl New York da eski günlerini arıyor. Hem de yana yakıla!

Nazım Hikmet ve Mevlana!

Nazım Hikmet’in ilk gençliğinde Mevlana aşkıyla yanıp tutuştuğunu biliyor muydunuz? İşte “Mevlana” adlı şiir ve işte Nazım Hikmet’in bir başka yüzü:

Sararken alnımı yokluğun tacı,

Gönülden silindi neşeyle acı.

Kalbe muhabbette buldum ilacı,

Ben de müridinim işte, Mevlana.

Ebede sed çeken zulmeti deldim,

Aşkı içten duydum, arşa yükseldim,

Kalbden temizlendim, huzura geldim,

Ben de müridinim işte, Mevlana.

Sabiha Sertel’in duası!

Peki adı sonradan kızıl komüniste çıkacak Sabiha Sertel’in 5 Haziran 1919’da Büyük Mecmua’da yayımlanan “Son dua” adlı yazısındaki şu paragrafa ne buyrulur (yer olsa da yazının tamamını alabilsem):

“Hükümran olduğumuz topraklarda bizi süründürme Allah’ım! Camilerimizde yanan din ve iman kandillerini söndürme Allah’ım! Yüz milyon Müslüman’ın halifesi, Hazreti Peygamber’in vekilini zalimlere esir etme ya Rabbi! Fatih’lerin, büyük hakanların şan ve şeref ülkesinden, Türklerin mukaddes yurdundan hilalini eksik etme Allah’ım! Düşmanlara Hakk’ın kuvvetini tanıt ve bizi kurtar Allah’ım!”

Bir yanıt yazın