Taksim Anıtı’nda iki Sovyet generalinin işi ne?
Acaba Taksim Meydanı’ndan her geçen gün geçen yüz binlerce kişiden birisinin olsun dikkatini çekiyor mudur Cumhuriyet Anıtı? Etrafında sevgilileriyle buluşanlar, banklarda oturup sigara tüttürenler, telaşlı adımlarla meydanı kulaçlamaya çalışanlar…
Genellikle hayatın yaşanan bir parçası olmadıkça anıtların kaderi hep orada öylece durmaktan ibaret kalmaktadır. Arada sırada çelenk bırakmak ve karşısında saygı duruşunda bulunmak dışında maalesef “yararlanılan”, hayatın içine dahil edilmiş bir anıt değildir Taksim Cumhuriyet Anıtı.
1928’de görkemli bir törenle açılan anıt, aslında büyük bir havuzun içine oturtulacak, iki yanındaki çeşmelerden akıp kurnalara dolan sular taşarak bu büyük havuza dökülecekmiş. Ünlü İtalyan heykeltraş Pietro Canonica’nın projesi parasızlıktan tam olarak tahakkuk ettirilememiş ve anıt, çevresine devasa binalar yapılması ve trafik akslarının ortasında bir “baba” gibi bırakılmasıyla vücuda getirmesi düşünülen “sembolik merkez” işlevini kaybetmiştir bugün. (Ayrıca belirtelim, İnönü, Gezi Parkı’nın meydana hakim bir noktasına kendi heykelini diktirmek istemiş, kaidesi dikilmiş; fakat Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle bu emeline nail olamamıştır. Heykeli bugün Maçka Parkı’nda sergilenmektedir.)
Anıt, iki heykel grubundan meydana gelmektedir. Harbiye cephesinde İstiklal Savaşı’nda, Sıraselviler cephesinde ise Cumhuriyet’in kuruluşunda emeği geçenler figürleştirilmiştir. Sıraselviler cephesinin ön sırasında Gazi Mustafa Kemal, İnönü ve Fevzi Çakmak yer alır. Onların hemen arkasında ise garip simaları ve giyimleri ile iki figür dikkati çeker. Milli bir heykelde yer alması epey tuhaf kaçan bu iki figür, Kızıl Ordu’nun kurucularından Frunze ile Sovyet orduları başkomutanı Voroşilov’a aittir.
Bugün bize çok tuhaf gelen bu durum, 1928 şartları düşünüldüğünde normaldi. Zira hem İstiklal Savaşı’nda, hem de Cumhuriyet kurulurken o vakitler “Bolşevikler” denilen Sovyetler Birliği’nden büyük maddi ve manevi destek sağlanmış, 16 Mart 1921’de yapılan Moskova Antlaşması ile Türkiye’nin kuzey sınırları güvenceye alınmıştır. Bu iyi ilişkiler Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yıl dönümü törenlerine Mareşal Voroşilov’un katılmasıyla pekişmiştir. Nitekim CHP 4. Büyük Kurultayı’nın açış konuşmasında Atatürk (9 Mart 1935) Türk-Sovyet ilişkilerini şöyle değerlendirmiştir:
“Sovyetlerle dostluğumuz, her zamanki gibi sağlamdır ve içtendir. Kara günlerimizden kalan bu dostluk bağını, Türk milleti unutulmaz değerli bir hatıra bilir… Devletlerimiz, hükümetleriyle ve uluslarıyla, her fırsatta birbirilerine ne kadar inandıklarını ve ne kadar güvendiklerini bütün dünyaya göstermektedirler… Türk-Sovyet dostluğu milletler arası barış için şimdiye kadar yalnız hayır ve fayda getirmiştir. Bundan sonra da yalnız hayırlı ve faydalı olacaktır.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 381-383.)
1927’de Sovyetler’den tank, top gibi ağır silahlardan oluşan askeri araç ve gereç yardımının gemilerle Tophane Limanı’na geldiğini de eklersem, sanırım Bolşevik Frunze ve Voroşilov’un Taksim Anıtı’nda ne aradığı açıklık kazanacaktır.
Bu köşede hep aynı şeyi tekrarlıyorum: Tarih bilinci, bugüne ve çevremize daha anlamlı gözlüklerle bakmamızı sağlar. Tarih bilgisi ve bilinci sayesinde çevremiz bizimle konuşmaya, diyalog kurmaya başlar. Anlam ve derinlik kazanır. Bu yazıyı okuduktan sonra eminim artık eski lakaydinizle geçemeyeceksinizdir Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın önünden. Bir deneyin isterseniz!
Not: Frunze’nin 1921-1922’de yaptığı Türkiye gezisi hatıraları, Frunze’nin Türkiye Anıları adıyla yayımlandı: Çeviren: Ahmet Ekeş, Düşün Yayıncılık, İstanbul 1996.
Okumuyoruz!!!
Aşağıdaki parça sizce kime ait? “Bütün İslam alemi büyük bir darülfünundur. Bu darülfünunun her ülkede, hatta her kasabada şubeleri vardır: Her kasabadaki müftü oradaki şubenin başmüderrisi (dekanı) demektir. Şeyhülislam ise, bu büyük İslam darülfünununun emini (rektörü) mesabesindedir… İslamiyet’te din, idari bir velayete değil, ilmi bir velayete istinad eder. O halde, din teşkilatımızı yükseltmek, evvela medreselerimizi yükseltmekle, saniyen medreselerimizi bütün İslam medreseleriyle tevhid etmekle [birleştirmekle] husule gelebilir. Bir kere medreseler yükselmeye ve birbiriyle rabıta tesis etmeye başlayınca, aynı tefeyyüzün camilerle tekkelere de intikal edeceğine şüphe yoktur… Gençliğin en büyük vazifesi dine doğru gitmektir.”
Bu medreselerin İslam dünyası düzeyinde yeni bir örgütlenmeye gitmesini savunan ve gençliğin önüne en büyük vazife olarak dine yönelmeyi koyan satırların en azından Meşrutiyet devri İslamcılarından birinin kaleminden çıktığını tahmin ettiniz değil mi? Çok güzel!
Lakin yanıldınız. Bu satırlar, adı Turancıya, Cumhuriyet’in fikir babasına çıkmış Ziya Gökalp’e aittir ve Temmuz 1922’de, Lozan Konferansı’nın başlamasından birkaç ay önce yazılmıştır. Bu parça, bugün İslamcılığı bir iftihar beratı gibi göğüslerinde taşıyanların bile ufkunun ne kadar daraldığını gösteren ilginç bir örnek bana kalırsa. O yılların “Türkçüsü” bile bugünün İslamcısından daha geniş ufuklu bakabiliyordu İslami konulara anlayacağınız.
(İslamcılar dedim de aklıma geldi. Bu satırları bugün bir İslamcı yazsa hali nice olurdu dersiniz? Bu işler hep Ziya Gökalp’in mi başının altından çıkıyor ne?)
Latife bir yana, okumuyoruz, gerçekten de okumuyoruz millet olarak. Hadi millet okumuyor, peki aydınlara ne demeli? Pek çok doktora tezinde mesela Ziya Gökalp’in eserleri bibliyografyada zikredilirken Gökalp, sanki soyadıymış gibi G harfinde geçiyor. Yahu el-insaf! Adam 1924’te öldü, Cumhuriyet’in ilk yıl dönümü kutlamalarına katılmasına bile ömrü vefa etmedi (25 Ekim). Peki soyadı kanunu ne zaman çıktı? 24 Kasım 1934’te. Yani tastamam 10 yıl, 1 ay sonra! Ziya Gökalp hayattayken soyadı kanunu diye bir şey yoktu ki!
Görüldüğü gibi ciddi bir tarihsizlik hüküm sürüyor Türkiye’de. Bilgi olmayınca tabiatıyla bilinç de oluşmuyor. Bu kargaşada canı isteyenin dilediğini yutturması da çocuk oyuncağı oluyor ister istemez.
Attila İlhan’dan şairlere veryansın!
Attila İlhan’ı bizim nesil, Hangi Sol adlı sola bindiren ve “Git başımdan Aysel, ben sana göre değilim” tarzı tokmak gibi yüreğimize vuran şiirleriyle tanıdı. Şahsen katılmadığım şablonlaşmış tarafları olsa da fikirlerini hala dikkatle takip ettiğim yazarlardan biridir İlhan. E adlı kültür ve edebiyat dergisinin haziran sayısına verdiği mülakatta yine ilginç şeyler söylüyor. Piyasada çok tutulan şiir kasetlerinin şiirle alakası olmadığını, bunların şiirsel sözleri yan yana getirip içine biraz protest tavır da ekleyerek “rap” parçalar yaptıklarını söyleyen İlhan, yazdığı şiirlerini evde kasete okuyup dinlediğini, şiirindeki sesin yerine oturup oturmadığını kontrol ettiğini, bunu Fuzuli ve Nef’i gibi divan şairleri için de yaptığını, onların aruz vezniyle konuşma Türkçesini nasıl yoğurduklarını incelediğini belirttikten sonra bence son derece çarpıcı ve ibretamiz olan şu cümleyi sarf ediyor: “Şairlerimizi birer aruz ve hece şiiri yazmaya mahkum edelim, doğru düzgün yazamayanları ihraç edelim.”
Belki şairler alınacaklar; ama bana çok makul bir teklif gibi geldi!