Oktay Ekşi Lozan’dan ne anlar?

Oktay Ekşi Lozan’dan ne anlar?

25 Nisan 1998 günü “Hürriyet”teki köşenizden andıca dayanarak meslektaşlarınız Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’ı “PKK işbirlikçisi” ve “alçak” ilan etmemiş miydiniz? Ama çok geçmeden o yazıyı emir-komuta zinciri dahilinde yazmaya memur edildiğiniz anlaşılmıştı.

Aynı yayın grubunda çalıştığı arkadaşlarına bile iftira atabilen birisinden iltifat bekleyecek halim yoktu elbette ama tanımadığı birisinden, üstelik de cahili olduğu bir konuda yazarken daha dikkatli kullanacağını sanıyordum kalemini. Kaç patrona kiralandığını bilmiyorum ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Oktay Ekşi’nin olduğu söylenen kalem çoktan çöp tenekesini boylamayı hak etmiş durumdadır.

Beni isim verme lûtfunda bulunmadan eleştiren Oktay Ekşi (25 Temmuz 2010), küstah bir edayla birilerinin (bu herhalde çok kızdığı hükümet canibi oluyor) bana bu Sevr hakkındaki yazıları yazdırdığını ileri sürmüş ve şecaat arz eden Kıpti gibi hırsızlığını beyan etmiş. Güya ben iktidarın konuşturduğu bir tetikçiymişim, kendisi de bu kirli oyunu bozan bir Promete. Üstelik bu işi birileri adına yaptığını itiraf ediyor. Diyor ki: “Bu defa o işi biz üstleniyoruz.”

Hayrola beyefendi, bu defa kimin adına çalışıyorsunuz? Kendileriyle aynı düşündüğünüzü ilan ettiğiniz Ergenekoncular adına olmasın?

Öyle ya, üstlenmek, şanınızdandır. Hem 25 Nisan 1998 günü “Hürriyet”teki köşenizden andıca dayanarak meslektaşlarınız Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’ı “PKK işbirlikçisi” ve “alçak” ilan etmemiş miydiniz? Ama çok geçmeden o yazıyı emir-komuta zinciri dahilinde yazmaya memur edildiğiniz anlaşılmıştı.

Oktay Ekşi bu defa da fakiri andıçlama işini üstlenmiş anlaşılan. Ben demiyorum bunu, kendisi açıkça “Bu defa o işi biz üstleniyoruz.” diyor. Daha ne desin?

Yalnız bir noktayı vurgulamadan edemeyeceğim. Ekşi’nin benim iktidarın tetikçiliğini yaptığımı iddia ettiği yazı, bugün yazılmış değildir, bundan tam 3 yıl önceye aittir. Haberi olsun, beni fişleyenler kendisine bayat dosya sunmuşlar.


Lozan’dan az bilinen bir sahne: 25 Temmuz 1923 günü bu defa Amerika ile masaya oturulmuş. Ayakta konuşan kişi, daha sonra Türkiye büyükelçiliğine atanacak olan Joseph C. Grew, İsmet Paşa ve Dr. Rıza Nur onu dikkatle dinliyorlar. Beau-Rivage Oteli’ndeki görüşmeler sonunda imzalanacak olan ticaret antlaşması Senato tarafından onaylanmayacaktır. ABD Lozan’ı onaylamadı denilir, halbuki onaylamadığı antlaşma asıl Lozan değil, bu ikili ticaret antlaşmasıdır.

Yeni zannettiği “Lozan, Sevr’in hafifletilmişi miydi?” başlıklı yazım, 26 Ağustos 2007 tarihli “Zaman Pazar”da çıkmıştı. Kendisini, haklarında tutuklama kararı çıkartılan 102 general ve komutanla özdeşleştiren anlı şanlı yazarın dalgınlığına şaşmamak elde mi? İhbar taze ama yazı bayat. Yani ben o kadar öngörülüymüşüm ki, 3 yıl önce bir yazı patlatmış, tam da Balyoz tutuklamaları ve referandum sırasında iktidar bunu kullansın diye geleceğe dair müthiş planlar yapmışım. Bunların arşivciliği de bu kadar işte…

Yazısının sonuna saklamış altın vuruşunu yazarımız. Ben “Türk” olduğum halde Lozan’ı eleştiriyormuşum, elin “Amerikalısı” ise övüyormuş. O zaman ben de bir başka Amerikalı bulurum, o da eleştiriyordur Lozan’ı. O zaman Lozan kötü mü olacak?

İyi de buradan nereye varacağız? Bir zamanlar yapıldığı gibi yabancı yazarlara bizi öven kitaplar yazmaları için çuvalla para verip onları yayımlamak ve sonra içeriye dönüp ‘Bakın, ne kadar gelişmiş bir ülkeyiz’ diye propaganda yapmak kendimizi kandırmaktan başka hangi işe yaradı?

Hem benimle kıyaslamak için Amerikalı bir neo-con bulmasına ne demeli? Michael Rubin adlı Ergenekon dostu arkadaşı, “Commentary Magazine” adlı dergide AK Parti’yi eleştirmiş ve Türkiye’nin bir İslamî devrim geçirdiğini yazmış. Oktay Ekşi de hemen almış önüne o yazıyı ve bu öfkeli Yahudi’nin söylediklerini sözüm ona suratıma çarpmış! (Yazar, “Amerikan Enterprise Institute öğretim üyelerinden” diyor. Oysa ya “Amerikan Girişim Enstitüsü” demeliydi, ya da “American Enterprise Institute”. Yarısı Türkçe, yarısı İngilizce bir çorba olmuş. Bu da fakire “müptedi” diyen 80’ine merdiven dayamış yazarın ne denli “usta” olduğunu gösteren örneklerden sadece biri.)

Ne var ki, 1) İngilizceden yaptığı çeviri eksik ve yanlıştır, 2) Ergenekoncu neo-conun maksadını tam olarak ifade etmesine izin vermemiştir, 3) Rubin gibi Çekiç Güç’ten tutun da, Irak’ın sömürge danışmanlığına kadar bir sürü karanlık işe bulaşmış birisini şahit olarak göstermesi, bozacımızın bağlantılarını deşifre etmiştir, 4) Ergenekoncuların akıl hocası Rubin, demek onlarla ‘aynı’ düşünen Ekşi’nin de mutemetlerindenmiş. Öğrenmiş olduk.

Yanlış çeviri dedim de, bir örnek vereyim. Rubin diyor ki: “(Atatürk) Türkiye’yi Batılı bir ülkeye dönüştürecek bazı reformları zorla uyguladı (imposed).” Ekşi, bu ifadeyi sert bulmuş olmalı ki, çevirisinde biraz yumuşatmak ihtiyacını hissetmiş. Şöyle demiş: “Ülkesini Batılı yapmayı amaçlayan reformlar gerçekleştirdi.” Böylece Atatürk’ün ‘neo-concu sertliği’ metinden hızla buharlaşmış. (Bu arada çevirirken kestiği kısımlar da ayrı bir yazı konusu olacak kadar çok.)

Bir de kılıcını sallayarak üzerime saldırıyor ki, evlere şenlik. Yazımda demişim ki, Misak-ı Milli hedeflerine ulaşmadan masaya oturmak hataydı. Lozan’da Misak-ı Milli’yi bu yüzden gerçekleştiremedik.

Efendim Büyük Zafer’den sonra ordumuzun adım atacak takati mi kalmışmış? Cevap bu. Böyle sudan bir gerekçe olur mu? Üstelik Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale ve Trakya’ya geçmek için çırpınan orduyu İzmir’de zor bela yerinde tuttuğu, lise öğrencileri tarafından bile bilinirken bunu söyleyebilmek büyük bir keşif sayılmalıdır! Oysa herkes biliyor ki, İngiltere’nin de tek bir kurşun sıkacak hali ve parası kalmamıştır o sırada.

Fakat daha ilginci, benim söylediklerimi, yandaş bazı yazarların da söylemiş olmasıdır. Lozan’ın bir zafer olmadığını, orada İngiltere’yle mücadele edilmediğini bakın Prof. Mümtaz Soysal nasıl açık seçik anlatıyor:

“Türk tarafı savaş kazanmış olarak masaya oturduğu halde meyvelerini tam olarak toplayamıyor. Bir güç dengesizliği var. Nitekim bu, Çanakkale üzerine yürüyememekten başlayıp İstanbul konusunda tereddütlere yol açan bir zayıflığın belirtisidir. Türkiye alması gerekeni bu zayıflık, mecalsizlik dolayısıyla alamıyor. İman bakımından çok güçlü, fakat askerî dengeler bakımından artık büyük bir mücadeleyi göze alamayacak olan bir Ankara Hükümeti vardır. İngiltere’yle mücadeleyi pek göze alamayan bir Ankara Hükümeti vardır.” (İstanbul Barosu Yay., 2008.)

Mümtaz Soysal’dan bir alıntı daha yaparak noktalayalım:

“Lozan’da Türkiye, Osmanlı’nın Sevr’de azınlıklar konusunda kabul ettiği maddeleri aşağı yukarı aynen kabul etmek zorunda kalmıştır.”

Ben başka bir şey mi söylüyorum sanki?

01 Ağustos 2010, Pazar

One Comment

Bir cevap yazın