Hatıratlar. Hasan Âli Yücel’in deyişiyle bir tür “masal”. Olaylar ve masallar birbirine karışarak “uçsuz bucaksız, hatta dipsiz bir umman”a akar diyor. Masal ve gerçeğin birinden ötekine çok hızla geçebiliyor insan. Hele ki hadiseleri yarım asır sonra kaleme alıyorsa.
İnönü devrinin “Maarif Vekili” Hasan Âli Yücel’i daha çok neşrettiği Dünya Klasikleri ile bu ülkede din ve geleneklerden alabildiğine uzak, laikçi bir nesil yetiştirmek maksadıyla kurulan Köy Enstitüleri’nden tanıyoruz. Kendisi de Köy Enstitüleri’nin narına yanmış, 1946’da ABD eksenine geçiveren CHP’nin ilk sattıklarından olmuş, Atsız’la girdiği düelloda yıpranınca antrenör tarafından ringden alınmıştı. 52 yaşında pijama ve terliklerini giyip evine kapanan Yücel, DP devrini yazarak geçirecektir.
Elimdeki Geçtiğim Günlerden başlığını taşıyan hatıraları ölümünden 29 yıl sonra oğlu şair Can Yücel tarafından yayınlanır ama eksik olarak; hayatının siyasete girmesinden önceki kısmını kaleme almış, belli ki siyasî hatıralarını yazmak istememiştir.
Bu yüzden Geçtiğim Günlerden siyasî ifşalar bekleyenlere göre değil. Ailesinden başlayıp doğumuna, tahsil hayatından 10 Kasım 1938’e kadar yaşadıkları, en önemlisi, Osmanlı’nın sonundan Cumhuriyetin 15. yılına kadarki dönemde hatırlamaya çalıştıkları.
“Evet, bir varmış, bir yokmuş…” diye başlayan hatırattan sadece bir kesiti ele alacağım bu yazıda.
Mekân: İstanbul.
Yer: Fatih, Sultan Selim Mahallesinde Çırakcı çeşmesi üzerindeki sette bulunan 17 odalı konaktan bölünmüş üç oda.
Çok mu çok ilginç bir hikâyesi olan babası Ali Rıza Bey dürüst bir PTT müfettişidir ve sık sık istifa etmektedir. Koyu Sultan Abdülhamid taraftarı, affetmez İttihat ve Terakki muhalifi, daha önemlisi, Cumhuriyet inkılaplarına şapka giymeyecek ve çocuklarına giydirmeyecek kadar karşı (bere giyip karakollara düşermiş), sonunda ailesiyle dünya görüşü itibariyle anlaşamayıp tek başına bir kulübede inzivaya çekilen âsi bir ruh.
Annesi Ayşe Hanım uzun müddet çocuğu olmayınca, kocası da ısrarla çocuk isteyince üzülüp ağlamış. Ağladığı bir gece gördüğü rüyada pencereden sokakta oynayan çocuklara bakıyormuş ki arkadan sarıklı, uzun boylu, aksakallı, zayıf bir zat kendisine seslenip ‘O oğlanlardan biri senindir’ demiş. Mevleviliğe müntesip olan anneannesi Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Celaleddin Efendi’ye gidip rüyayı tabir ettirmiş. “O gördüğü Kemal Ahmed Dede’dir. Kızın bir yemenisiyle gömleğini yollayın, türbeye koyalım” diye cevap vermiş. Denileni yapmışlar. Türbeden geri gelen yemeni ve gömleği sandıkta saklamışlar. Derken anne hamile kalmış. Doğum ağrıları başlayınca gömleği giydirip yemeniyi bağlamışlar.
Lakin asıl sürpriz ebede gizli. Yücel onu şöyle anlatmış:
“Ebem, Vefalı ebe Zeliha Hanımdı. Çok sevdiği kızı Zekiye Sultan’ı kolay doğurttu diye Sultan Hamid ona Kaymakamlık rütbesi vermiş. Tıbbiyede hocaydı. Kaymakam Zeliha Hanım diye anılırdı. Koskoca bir nişanı vardı, her gelişinde onu göğsüne takardı.”
Hayret ki ne hayret!
Yücel’i doğurtan ebe, aynı zamanda Sultan Abdülhamid’in kızı Zekiye Sultan’ı doğurtan ebeymiş,
Abdülhamid kızını kolayca doğurttuğu için onu Kaymakam yapmış, bu sebeple Kaymakam Zeliha Hanım diye anılırmış,
Bu ebe Tıbbiyede, yani Tıp Fakültesinde hocaymış! Meğer Abdülhamid zamanında Tıp Fakültesinde kadın ebeler hocalık yapar, muhtemelen başka ebelerin yetişmesi için emek verirmiş.
Tek Parti devrinin İslamsızlaştırma şampiyonu Hasan Âli Yücel ile düşmanı olduğu ve ideolojisine taban tabana zıt olan Sultan Abdülhamid arasında ne tür bir bağ olabilir? diye düşünebilirdik bu bilgiden önce ama dedik ya, hatıralarda masal ve gerçek iç içe geçer.
Burada bir adım daha atarak anne tarafından dedesi Ali Bey’in, Sultanın Japonya’ya gönderdiği Ertuğrulgemisinin süvarisi (kaptanı) olduğu bilgisini hafızanıza raptiyeleyebilir ve sarayın adamı Zeliha Ebe’nin sarayın veya Sultanın bilgisi dahilinde Yücel’i doğurttuğunu ileri sürebiliriz ki, Haremağası Nadir Ağa’dan nakledilen ünlü bir anekdotta buna dair bir ipucu da var elimizde. Şöyle ki:
Sultanın doğuran bir kadına uzanan şefkat eli
“Bir gün yolum Göztepe taraflarına düştü. İsmine tesadüf dediğimiz gizli ve esrarlı sevk, beni eski devrin meşhur simalarından biriyle karşılaştırdı. İkinci Musahib, meşhur Nadir Ağa… Çikolata renginde canlı bir tarih; ve seksenini aşmış muhterem bir ihtiyar…
Güzel güzel sohbet ettik. Ağa, gözlerinde inci gibi yaşlar parıldayarak anlatmaya başlamıştı:
– Aksaray’da oturan fakir bir memur… Ayda, o zamanın parasıyla 500 kuruş alıyor. Zevcesi gebedir ve doğum yakındır. Nihayet, beklenmedik, tedariksiz bir anda sancılar başlıyor. Mevsim de kış… Adamın on parası yok… Ne doktor getirebilir, ne de ebe… Ne yapsın şimdi bu adam?.. Hemen Bakırköy telgrafhanesine koşuyor. O zaman Yıldız’a telgraflar yalnız Bakırköy postahanesinden çekilebilirdi. Zat-ı Şahane’ye hitaben acıklı bir tel çekiyor… Aynı günün gecesi, Abdülhamid salonda otururken, telgrafı arz ediyorlar. Aynen görmek istiyor; bir kere daha, bir kere daha okuyor ve mırıldanıyor: ‘Demek benim tebaam arasında bu kadar çaresiz kalanlar da varmış’… Hükümdar, derhal beni çağırttı ve emretti: “Hemen bir saray arabası hazırlat ve sarayın doktor ve ebelerini gönder! Son süratle gitsinler! Şu bir kese altını da al, hediye olarak götür; çocuğun masraflarına karşılıktır. Bana da hızla neticeyi bildir!”
Nadir Ağa huzurdan çıkar çıkmaz yanına Besim Ömer (Akalın) ve eski Şehremini Cemil (Topuzlu) Paşa gibi en muktedir doktorları alıp hastanın imdadına yetişir. Sonrasını şöyle anlatır:
“Sabaha karşı döndüğüm zaman, Sultanın hâlâ uyanık olduğunu hayretlerle gördüm. Abdülhamid bu kadar basit bir iş üzerinde bile merak ve heyecanla, dalgın ve düşünceli, neticeyi bekliyor; belki de bu basit hadiseyi, devlet reisiyle tebaadan en basit ferd arasındaki ince bağ noktasından fevkalade ehemmiyetli buluyordu. Sultan’a, nur topu gibi bir oğlan çocuk doğduğunu ve kendisine babası tarafından ‘Abdülhamid’ ismi verildiğini anlattım. Sultanın çehresinde ılık bir his gezindi: Rahat bir nefes aldı ve huzur içinde istirahat köşesine doğru uzaklaştı, gitti.” (Halil Nusret Ertüz, “Abdülhamid ve İnönü”, Büyük Doğu, 25 Ağustos 1950, s. 11.)
Hemen kaydedelim ki Nadir Ağa bu yazının yazıldığı tarihte hayattadır ve 7 yıl daha yaşayacaktır.
Demek ki Sultanın hamile kadınlara saraydan doktor ve ebe gönderttiği tek olay değil Hasan Âli’ninki. Bir başka deyişle söylersek Sultan Abdülhamid’in eli Hasan Âli’lerin evindeydi, babası zaten onun memuruydu, en önemlisi Japonya’ya gitmesini çok önemsediği ama feci bir kaza sonucu batan Ertuğrulgemisinin şehit süvarisinin yetim kızını başıboş bırakacak kadar gafil değildi.
Hatıratlar böyledir işte: İnsanoğlunu hayatın görünmez kundağına sararak akla hayale sığmaz yolculuklara çıkarır. Bu, Hasan Âli Yücel gibi bize çok uzak gibi görünen birinin hatıratı olsa bile.