Ölümü öldürmek

Ölümü öldürmek

Ölümün kaçınılmazlığının belki de önceki çağlara göre -tıbbın ve biyolojinin ilerlemesiyle- en iyi bilindiği çağımızda, ölümle hesaplaşmaktan kaçınmak ve ölüm sanki semtimize hiç uğramayacakmış gibi davranmak genel bir tavır olarak karşımıza çıkmaktadır. “Ölümü öldüremezsiniz” diye haykıran Bediüzzaman Said Nursi’nin aksine, günümüzde alttan alta sürekli ölümle başa çıkmanın, onu “öldürmenin” çareleri aranmaktadır. Genç görünme tutkusu hiçbir çağda 20. yüzyıldaki kadar genel geçer bir “saplantı” haline gelmemiştir!

Naomi Wolf, Amerika’da bestseller olan kitabı “Güzellik Efsanesi”nde (The Beauty Myth) dünyada yüz milyonlarca insanın ciddi bir “yaşlanma terörü” altında yaşadıklarını iddia ediyor. “Bugün, bundan önce olduğundan daha fazla kadın daha fazla para, güç, nüfuz ve yasal açıdan tanınma imkanlarına sahiptir; fakat kendimizi fiziksel olarak nasıl hissettiğimiz konusunda gerçekte özgürleşmemiş ninelerimizden daha kötü durumdayız. Son araştırmalar tutarlı biçimde göstermektedir ki… Özgürlüğümüzü zehirleyen gizli bir “kalitesiz hayat” söz konusudur.” Wolf’a göre kendi kendisine kızan, fiziksel takıntıları olan, yaşlanma teröründen mustarip insanlar toplumudur Batı.

Güzellik ideolojisi”, kadınların tepesinde -yalnız kadınların tepesinde mi? Şimdilerde artık erkekler de aynı yolun yolcusudur- Demokles’in kılıcı gibi sallanan yaşlanma korkusunu -şu meşhur yaşlanma etkilerini geciktirme formüllü kremler mesela- köpürtmektedir. Ölümün ağza alınması yasaklanmakta, sadece yaşlanma, derinin, saçın yıpranması, bedenin kendini salıvermesi gibi belirtiler üzerinde konuşulmakta, böylece müşteri kitlesi ‘ürkütülmemiş’ olmaktadır. Ne var ki gizli niyet açıktır: Ölümü kabullenmemesi gereken insanlara onun yaklaşmakta olduğunu hissettirmeyecek formüller sunmak.

Yaşlılık, iptal edilmiş bir hayat dilimi haline gelmektedir popüler kültürde. Ölüm karşısında sürekli firarda olan bir kültürde, yaşlılık ölümle eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Yaşlanmak “ölmek gibi” bir şeydir. Sembolik olarak ölmüş oluyorsunuz yaşlanınca. Trajik bir konuma itiliyor insanlar. Yaşlanmamak ya da ölmek arasında bir seçim yapmakla karşı karşıyadırlar. Oysa ölüm ne kadar ertelenirse ertelensin, iptal edilemeyecek bir şeydir. Er geç ölümle burun buruna gelineceği için o noktaya “düşmemek” uğruna yıllar yılı süren mücadele, ağır bir psikolojik yorgunluğa mal olmaktadır.

Oysa aynı mesai, geleneksel toplumlarda insanları ölüme hazırlamak yolunda sarf ediliyordu. Ölüm ve ölüm ötesi arasındaki “geçiş” aşaması, geleneksel kültürün fevkalade hayati bir parçasını teşkil etmekteydi. “Ölme sanatı” adı verilen bir sanattan bile söz etmektedir uzmanlar. “Artık benim vaktim saatim geldi, hakkınızı helal edin!” diyerek teslim-i ruh eyleyen pek çok büyüğün hikayesini kendi kulaklarıyla duyan son nesildir belki benimki.

Velhasıl bir zamanlar “ölüm yaşanırdı”!

“Nasıl öldüğümüz kim olduğumuzu gösterir.” Bu cümleyle sivriltiyor düşüncelerini Octavio Paz ve şöyle devam ediyor: “Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır. Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa, hayatlarımız da yoksun demektir.” Paz’a göre eskiden “hayat, uzayıp ölüme karışır”dı. Hayatın, ölüme doğru akmaktan daha yüksek bir işlevi yoktu. Bugünse her yerde ölümü bastırarak işlemektedir tüketim kültürü. Yoktur adeta ölüm. Aslında medyada vardır, fazlasıyla vardır; lakin o kadar mebzuliyet kesbetmiştir ki, nihan olmuştur gözlerden. Ölümün bu derece hayattan dışlanmasıyla hayat da asıl anlamını kaybetmektedir.

Gariptir, Paz’a göre ölümü inkar eden bu medeniyet, gerçekte hayatı da inkar etmektedir. Hayat, ancak ölümle, dolayısıyla ölüm ötesiyle bir anlam kazanacağı için ölümü gündeminden dışlamış bu ‘istisnai medeniyet’, hayatı da dışlamış olmaktadır. Auschwitz’den Hiroşima’ya, Bosna’dan Vietnam’a kadar kitlesel ölümlere en sık şahit olunan bu çağ, tarihe ölümü unutan ve dışlayan bir çağ olarak kaydedilecektir. Bunun bedeli de, hayatın dışlanması ve unutulmasından ibarettir.

Kendini hayata açmak istiyorsa Batı medeniyeti, arkadan sımsıkı sürgülediği ruh kapılarını ölüme açmalıdır. Ölüme yeniden hayat vermek için Milton’ın “Ölüm, ebediyet sarayının kapılarını açan altın anahtardır” sözündeki ince sırra yeniden eğilmek yeterli olacaktır.

Bir cevap yazın