İran deyince aklımıza hemen “Fars” gelir. Evet, Farslar İran’da önemli bir nüfus ve etkinliğe sahiptir ama Fars kökenliler İran ülkesinin tamamını değil, bir bölümünü oluştururlar. Hatta Fars kökenli olmayanların çoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki “İran” deyince Fars’ın akla gelmesi bir yanılsama. Kaldı ki, Türkmen Safevilerden sonra tahta çıkan Nadir Şah bir Avşar Türküydü, Kaçar hanedanı ise Azeri.
Yavuz’un Çaldıran’da indireceği darbeden sonra iki asırdan fazla bir süre Safevi Devleti ayakta kalacaktı. Yıkılış tarihi 1736, yıkan da Avşar kabilesinin Kiriklu koluna mensup Nadir Şah’tır.
Nadir Şah bir yandan Oniki İmam mezhebinden Caferiliğe geçişi başarmaya ve Osmanlı Devleti’ne mezhebini onaylatmaya çalışmış, böylece benzersiz bir siyasî-dinî sahnenin baş aktörü olmuştur.
Lale Devri tam da ihtişamlı günlerini geride bırakmış olan Safevi Devleti’nin parçalanmasına denk gelir. Şii ulema ipleri ele geçirmiş, sıkı bir Şiileştirme politikası izliyordu. Sünni Afganlar buna tepki gösterdiler ve Kandehar Valisi bağımsızlığını ilan etti. Şah tahttan uzaklaştırıldı. Safevi komutanlarından Nadir Bey’in gayretleriyle Afganlar İran’dan çıkarılabildi.
Daha komutanlığı döneminde Osmanlılarla mücadeleye girişmiş bulunan Nadir Bey “Şah” yapılmak istenince atalarının inancına aykırı olan (kendisi Caferi’ydi) Oniki İmam Şiiliğinden vazgeçmeleri şartıyla bunu kabul edebileceğini bildirmişti.
Nadir Şah ne yaptı?
Bu, İran’ı Şiileştirmek için oluk oluk kan döken bir devletin “din politikası”nda radikal bir viraj demekti. İleri gelenlerle anlaşma yapıldı ve Nadir’in Şahlık şartları ilan edildi.
Ayrıca anlaşabilmek için Osmanlılara şu şartları koşuyordu: 1) Caferi mezhebi tanınacak, 2) Caferiliğe Mekke’de bir ibadet yeri tahsis edilecek, 3) Suriye üzerinden her yıl bir Hac emiri gönderilecek, 4) Esirler mübadele edilecek, 5) Elçi teati edilecek. Hammer’in belirttiği bir şart daha vardı. Osmanlı Devleti ile tam bir ticaret serbestliği istiyordu.
Osmanlı elçisi bunları Babıali’ye bildireceğini belirterek huzurdan ayrılmıştı ki, arkasından Nadir Şah’ın Hindistan fütuhatı başladı. Devletinin sınırlarını İndüs nehrine kadar uzatırken Osmanlı Devleti de lehimize bağlanan 1739 Belgrad Antlaşması’nı imzalıyordu. Tahtta I. Mahmud vardı. Batı cephesinde ciddi bir başarı kazanılmıştı. Artık doğuya yönelebilirlerdi.
Lakin asıl mesele unutulmamıştı. Nadir Şah Caferiliğin hak mezhep olarak kabulünde, Osmanlı uleması da reddinde diretiyordu. İki Osmanlı alimi Kandehar’a kadar gitti ama Şah ilk iki madde olmazsa barışı kabul etmeyeceğini söyledi.
Osmanlı uleması yalnız dinî değil, siyasî bir mesele karşısındaydı. İ. Hakkı Uzunçarşılı’nın deyişiyle “Dört mezhep haricinde bir mezheb kabulü ulemanın mümanaatiyle (engellemesiyle) saltanat tebeddülüne (taht değişikliğine) ve bir ihtilale kadar gidebileceğinden dolayı Sultan Mahmud müşkil durumda idi.” Sonunda Şah beşinci mezhebin kabulünde ısrar ettiği takdirde savaşma kararı alındı.
Teklifi reddedilince Nadir Şah da dümeni Rusya’ya kırdı ve Osmanlı aleyhine bir antlaşma yaptı. O Bağdat Valisi kanalıyla Osmanlı’yı zorlarken Osmanlı da Safevi hanedanından olduğunu iddia ettiği bir şehzadeyi İran Şahı ilan ediyordu. Safi adlı bu şehzade güya Şah Hüseyin’in oğluydu ve bir savaş sırasında Osmanlılara sığınmıştı. Nadir Şah sınırı geçer geçmez Erzurum’a gönderilen Safi, Şah ilan edilip savaş başlatıldı.
Nadir Şah Bağdat, Kerkük ve Musul’dan vurmaya başladı Osmanlı’yı. Sonra şansını Kars’ta denedi. Kars’ı alamadı ama Revan Savaşı’nda (1745) Yeğen Mehmed Paşa’yı zor da olsa yendi ve ardından iki mektup göndererek Caferi mezhebinin hak mezhep olarak kabulü ve Kâbe’de bir yerin tahsisi teklifinden de vazgeçtiğini, buna karşılık Van, Basra, Bağdat, Kerbela ve Necef’i istediğini bildirdi.
Bu şartlar tabii ki kabul edilemezdi. O zaman iyi bir ders verilmeliydi.
“Hak mezhep dörttür”
Ordunun başına tecrübeli Hekimoğlu Ali Paşa getirildi. Tam bu sırada bir İran elçisi çıkageldi İstanbul’a. Elinde iki mektup tutuyordu. Şaşırtıcıydı. Şah şartlarını geri alıyor, arazi meselesini de padişahın takdirine bırakıyordu. Savaştan çekindiği belliydi.
Elçi, Koca Ragıb Paşa’nın konağında misafir edildi. Ulema toplandı, istişare ettiler. Ragıb Paşa İran’la barış yolunda önlerine çıkan bu önemli fırsatın kaçırılmamasından yanaydı:
“Hak mezhep dörttür, lakin padişahımızın hükmünün geçerli olduğu yerlerde padişahın Hanefi mezhebinde olmasına binaen dört mezhepten olanların davalarını Hanefi mezhebi üzere ictihad ederler ve hüküm verirler. Caferi mezhebi onaylansa dahi Osmanlı ülkelerinde yine Hanefi mezhebi geçerli olur. Bu onama (tasdik) lafzı ‘murâdî’ bir şeydir, bunun için 30 yıldan beri Anadolu harab ve nice yüz bin Müslüman telef olup hazine boşalmıştır. Devletin Moskof ve Avusturyalı gibi düşmanları varken sadece mezhep kavgası yüzünden İran’la savaşmaktayız. Kuru bir söze böyle zaruri durumlara Şeriatın müsaadesi vardır. Genelin zarar göreceği durumlarda özel bir zarar tercih edilir.”
Ragıb Paşa’nın ortamı yumuşatıcı telkinlerini haber alan Beşir Ağa onu azarlayarak “Bir daha bu kelamı ağzına alayım deme; ben hayatta oldukça beşinci mezhebi ilave ettirmem” diye kestirip atmıştı.
Sultan Mahmud gerçekçiydi. Şah hem iki şarttan vazgeçmişti, hem de arazi işinin hallini kendisine bırakmıştı. Yetmez miydi? Ardından Şah’a bir mektup yazarak onu övmüş, Kasr-ı Şirin esası üzere bir antlaşmaya mani kalmadığını söylemiş, hatta elçinin eline Veziriazam ile Şeyhülislamın mektupları da verilmişti. Antlaşmanın 4 Eylül 1746’da imzalanması sürpriz olmamıştı bu durumda.
Şunu da unutmamak gerek: Nadir Şah’ın barışa meyletmesi artık İran’da eski gücünün kalmadığındandı. Nitekim barıştan kısa bir süre sonra Nadir Şah’ın Kaçar ve Avşar reisleri tarafından katledildiği haberi alınmış, artık Kaçarlar dönemi başlamıştı. İran’ın içine düştüğü kaos döneminden, işgal davetleri geldiği halde nedense yararlanmayı düşünmeyen Osmanlı padişahları bu fırsatı olduğu gibi Sünniliğe yer açtırabilecekleri son Şah olan Nadir’in teklifini de geri çevirmişlerdi.
Teklif geri çevrilmese ne olurdu? Nadir Şah erkenden ölmese İran’ın tarihi nasıl seyrederdi? Caferilik hak mezhepler içerisine alınır mıydı?
Bunları bilemeyiz elbette. Ancak büyük bir düşünür olduğu kuşku götürmeyen Ragıb Paşa’nın uyarıları da kulaklarımızda çınlamaya devam etmektedir.