• Home
  • Genel
  • Osmanlı’nın batışı da muhteşemdi!

Osmanlı’nın batışı da muhteşemdi!

Osmanlı’nın batışı da muhteşemdi!

Bir yazımda, Osmanlı Devleti’ni “insanlığın son adası” diye nitelemem bazı dostlarıma biraz abartılı bir ifade gibi gelmiş olmalı ki, tepki vermekte gecikmediler: Osmanlı’nın hiç mi suçu yoktu? Onu, melekleştirmeye mi çalışıyordum? vs. vs.

Yine sözde “çöküş” veya “gerileme” dönemimizden çarpıcı bir misali zikrederek hem dostlarıma ne demek istediğimi daha iyi anlatmak fırsatını bulacağım, hem de bu yaz sıcaklarında bir Osmanlı nefhasıyla serinletmeye çalışacağım sizi.

1828–29 Osmanlı–Rus Savaşı, tıpkı 1768–74 savaşı gibi çok önemli bir dönüm noktasıdır tarihimizin. Zira 1826’da, yani bu savaşın başlamasından 2 yıl önce yeniçerilik kaldırılmıştır ve düzenli ordu denilen Asâkir–i Mansure–i Muhammediye’nin ilk ciddi sınavını verecektir. Savaşları kaybetmenin faturası eskiden yeniçerilerin laubaliliklerine bağlanırdı, bu defa onlar da “temizlenmişlerdir” ama sonuçta yine yenilmişizdir. Rumeli ve Doğu Anadolu’da büyük toprak kayıpları söz konusudur.

Bu işgalin ardından Edirne Andlaşması yapılarak bir kısım topraklar geri alınmıştır alınmasına ya, reayanın çoğunun yerinde yeller esmektedir. Çünkü Ruslar, Edirne ve çevresi de dahil olmak üzere girdikleri topraklara ve zahireye el koymanın ötesinde halkı da göçürmüşlerdir.

Göçün bir kısmı, Rusların korkusundan Anadolu’ya kaçış şeklinde olmuştur. Kendi topraklarında kalan Rum ve Bulgar reaya ise Ruslar tarafından “asıl Rus toprakları”na sevk edilmişlerdir. Bir kısmı teşvik ve ikna yoluyla götürülmüştür ama cebir uygulananlar da olmuştur. Amaç, Rusya’nın nihayetsiz topraklarını iskân etmek ve verimliliği artırmaktır.

II. Mahmud, Edirne Andlaşması’yla geri aldığı topraklarda önce bir tesbit yaptırmıştır. Kimler gitti? Kalan reayanın zararı ne kadardır? Boş kalan evler ve tarlalar hangileridir? Bundan sonra ise sıra boş kalan ev ve tarlaların işgaline izin vermemeye gelmiştir. Bu toprak ve evlerin “sahipleri dönene kadar” kiraya verilmesi ve toplanan kira bedellerinin bir sandıkta biriktirilmesi düşünülmüş ve asıl sahipleri dönünce kendilerine teslim edilmesi karara bağlanmıştır. Yani “Giden gitti, kalan sağlar bizimdir” gibi bir ulus–devletin canına minnet bir uygulama nedense asla akıllarına gelmemiştir Osmanlıların.

Gidenlerin şöyle ya da böyle gidebileceği ama gittikleri yerde, kendisinin sağlayacağı imkânları bulamayıp döneceğinin bilinciyle hareket eden Osmanlılar onlara ne “hâin” muamelesi yapmış, ne de mallarını müsadere etmeyi düşünmüştür. Tam tersine, sanki onlar hâlâ kendi topraklarındaymışçasına normal muamelesine devam etmiş ve sandıkta toplanan paralar, yıllar içinde biriktikçe birikmiş, bu paralara el sürmek isteyenler ise en ağır bir şekilde cezalandırılmıştır.

Bu kadar da değil. Gidenlerin arkasından nasihatçılar göndermeyi de ihmal etmemiştir Osmanlılar. Nasihatçılar, Osmanlı sınırları içindeki topraklarını bırakıp giden eski reayaya, döndükleri zaman hiçbir şekilde sorgulanmayacaklarını, topraklarının ve mülklerinin kendilerine aynen, hatta sandıkta birikmiş paralarıyla birlikte iade edileceğini, hatta birikmiş vergilerinin de kendilerinden alınmayacağını, hatta hatta dönerlerse eğer, topraklarını yeniden işleyebilmeleri veya hayvancılığı yürütebilmeleri için kendilerine kredi verileceği, öküz ve tohum sağlanacağı ve diğer gerekli yardımların yapılacağı vaadedilmişti.

Kuşkusuz Osmanlı’nın vaadleri bizim politikacılarımızınkine benzemez. Topraklarında kalan akrabalarının mektuplar yazarak devletin kendilerine yaptığı iyilikleri akrabalarına ve hemşerilerine duyurması üzerine yavaş yavaş dönüşler başlamış, dönenler dönmeyenlere duyurmuş ve böylece 1830–1844 arasında gidenlerin büyük bir kısmı peyderpey dönmüşlerdir. Bir Osmanlı belgesinde denildiği gibi dönenler “memnunen ve mesruren yüzlerini yere sürerek” padişahlarının hayırlı ömürlerinin devamı için dua etmişlerdi. Bu yazının kapsamına sığdırabildiğim kadarıyla Osmanlı Devleti’nin neden “insanlığın son adası” olduğunu bir kez daha vurgulamaya çalıştım. Aynı zamanda da “yıkıldı yıkılıyor” derken Atom Çağı’nın şafağına kadar nasıl ayakta durduğunun da sırrı, işte bu hak hukuk gözeten tavrında gizlidir Osmanlı’nın. Bilmem yeterince ifade edebildim mi bu defa meramımı?

(Bu hadiseyle ilgili daha geniş bilgi için Ufuk Gülsoy’un Sultan II. Mahmud ve Reformları Semineri’ne sunduğu arşiv belgelerine dayalı tebliğine bakılabilir: İ.Ü. Ed. Fak. Yay., 1990, s. 21–35.)

13.08.2002

Bir yanıt yazın