• Home
  • Genel
  • Osmanlı’ya dürbünle bakanlar…

Osmanlı’ya dürbünle bakanlar…

Osmanlı’ya dürbünle bakanlar…
Ahmed Cevdet Paşa’nın kafa ve gönül dünyasına girebilmek için gösterilecek her türlü çaba, sonuçta büyük mükafatlara açılan kapıları çalmak gibidir. Karşılıksız bırakmaz sizi hiçbir zaman.

Geçtiğimiz günlerde Tarih-i Cevdet’indeki ilginç bir bahisten söz etmiştim size. Bugün de Tezakir’indeki bir bölümü aktarmak istiyorum.

1281 hicri, 1866 miladi tarihinde Bosna’daki teftiş ve ıslah görevinden İstanbul’a dönmekte olan Cevdet Paşa, Vidin’e kadar kara yoluyla gelir, burada Tuna üzerinden kendisini İstanbul’a ulaştıracak bir vapura biner. Gelin görün ki vapurda yazın tatil için memleketlerine gitmiş bulunan Avrupalı sefirlerin “güz mevsimi olmak hasebiyle” Dersaadet’e dönmek üzere bulunduklarını öğrenir. Sefirlerden birisi de Fransız büyükelçisi Mösyö Moustier’dir. Cevdet Paşa onun asilzade ve nazik bir zat olduğunu kaydeder. Kısa zamanda kaynaşırlar. Yemekten sonra kahveyi de afiyetle içtikten sonra gece gündüz demeden konuşur, tartışırlar.

Bir konuşmasında sefir, kendisine, Avusturya’nın Tuna demiryolu güzerg ahını siyasi maksatlarla değiştirmek istemesi konusunda ne düşündüğünü sorar. Paşa’nın cevabı, bugünün en acar liberallerini bile şaşırtacak kadar net ve aydınlıktır: “Asrımızda ticaretin peyda ettiği akıntıya karşı (hiç) bir devlet duramaz. Ticaret behemahal en kestirme tarik (yol) ile bu mecrayı Yergöğü’ne isal etmek üzere Avusturya devletini mecbur eder.” Bu muhkem cevap karşısında Moustier, sadece “Benim de mütalaam budur.” demekle yetinir.

Görüldüğü gibi Cevdet Paşa, gerçekten de çağının eğilimlerini gören ve geleceği fevkalade ustalıkla değerlendiren birisidir. Hukukçu yönü zaten tartışma götürmez, tarihçiliği zaten müsellem; fakat düşünür kimliği ile de devrinin diğer aydınlarından fersah fersah ileridedir.

Zaten Tanzimat neslini biraz fazla küçümsedik gibi geliyor bana. Onları çıkartma kağıdı kahramanlarına benzeten yazarlara belki de gereğinden fazla itimat ettik. Mümtaz’er Türköne çok haklı bence. 1860’ların İstanbul’u, Doğu’dan ve Batı’dan gelen kültür akıntılarının harmanlandığı, tartışıldığı ve yeni bir düşüncenin fışkırmasına zemin hazırlandığı şiddetli beyin fırtınasını yaşamaktadır. Nitekim bugün hala tartıştığımız birçok temel konunun ilk tohumları o dönemde atılmıştır.

Neyse biz tekrar Cevdet Paşa’nın sefirle konuşmasına dönelim.

Artık muhabbeti epeyce ilerletmişlerdir. Bu arada Memleketeyn (Eflak ve Boğdan) çiftlikleri hakkında çıkarılan yeni bir usulden zarar gören “boyarlar”, vapurda Cevdet Paşa’ya bu yeni durumdan şikayette bulunurlar. Moustier, Cevdet Paşa’nın şikayetçi olanlara beyan ettiği derin “ahkam-ı şer’iyye ve mütalaat-ı hikemiyye”yi hayretle dinler ve verdiği malumattan “mahzuz” olur Paşa’nın deyişiyle.

Onları savdıktan sonra bu defa felsefi bahislere girerler. (Yahu ne bereketli bir vapur yolculuğudur bu! Şu aziz mübarek günde insanın içinden, 100 şu kadar sene önce bu hem gönlü, hem gözü, hem de aklı besleyen “beyin fırtınası” vapurunda olmak geçiyor açıkçası!)

Moustier, İslam’da ruhbanlığın olmadığına dair Napolyon Bonapart’ın bir sözünü nakleder. “Eğer bir din ile mütedeyyin olsam” dermiş Napolyon, “Müslüman olurdum. Zira Müslümanlıkta clerge yani ruhbaniyet yoktur.” Fakat sefirin aklı, İstanbul’da kaldığı sırada gördüğü ulema sınıfına takılmıştır. Onların ruhbanlar gibi bir hiyerarşi içinde olduklarını öğrenmiştir. Bu çelişkinin kafasına takıldığını söyleyen sefire Cevdet Paşa, Hıristiyanlıkta papazın işgal ettiği olmazsa olmaz mevki ile İslam’da din adamı ve imamın işgal ettiği olmasa da olur mevkii birbirinden tefrik etmek gerektiği cevabını verir. Din adamlarının diğer insanlara herhangi bir üstünlükleri olmadığını, farklılık gibi görünen şeyin ise halkın din adamlarına duyduğu saygıdan ileri geldiğini bertafsil anlatır. “Bizde”, der, “Müderrisler Avrupa’daki ‘doktorlar’, doktora yapmış insanlar makamındadır. Şeyhülislam dahi mutlak ve yetki sahibi olmayıp padişahın vekilidir.”

Bu uzun ve ikna edici açıklamalardan sonra Moustier acı gerçeği itiraf etmek zorunda kalır: “Hayli vakit İstanbul’da oturdum. Buralara (dair) layıkiyle ma’lumat alamamışım.” Cevdet Paşa’nın cevabı hem incelikli, hem ustalıklı, hem de tarihe geçecek nefasettedir:

“Siz Beyoğlu’nda oturdunuz. Değil memalik-i Osmaniyyenin, nefs-i İstanbul’un (bizzat İstanbul’un) bile ahvalini layıkiyle öğrenemediniz. Beyoğlu, Avrupa ile memalik-i İslamiyye arasında bir berzahtır. Buradan İstanbul’u siz dürbün ile görürsünüz. Lakin kullandığınız dürbünler hep çarpıktır.”

Cevdet Paşa herhalde Fransız sefirine verdiği cevabın, günün birinde bu ülkenin aydınları için de geçerli olabileceğini hiç düşünmemişti. Ne var ki, 1866’dan bugüne aydınımızın kendi kültürüne ve tarihine “Fransız”laşmasına bundan iyi misal de zor bulunurdu zannediyorum.

Siyaset Meydanı’ndaki Osmanlı tartışması kitaplaştı.

Bu yıl bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yıl dönümü kutlamaları yapılıyor. Deprem dolayısıyla bir süre ara verilen kutlama programları, hükümetin aldığı bir karar gereğince nisana kadar uzatılmış durumda.

Bu arada atv’de Ali Kırca’nın yönetiminde yayınlanan Siyaset Meydanı da bir programını Osmanlı’ya ayırmıştı. Şimdi bu programın bantları deşifre edilip kitaplaştı. Sabah Kitapları arasında çıkan bu belge-kitabı tarih meraklıları kütüphanelerinde bulundurmak isteyeceklerdir eminim.

2000’e girdik mi?

Elimde bir kitap var. Küreselleşme Nedir? (What ise Globalization?) başlığını taşıyor. Yazarından daha önce birkaç kere söz etmiştim: Ulrich Beck.

Kitapçıda ilgimi çekti, satın aldım. Eve gelince bir de ne göreyim, kitabın baskı tarihi bölümünde 2000 yılında basılmıştır yazmıyor mu? İnsan tuhaf oluyor gerçekten de. Eskiden sadece bir veya iki rakamı değişirdi yılbaşlarında, bu yüzden demek ki o kadar etkilemiyordu bizi. Fakat 4 rakamın hepsi birden değişince sanki 20 gün sonra bambaşka bir çağa ışınlanacağız gibi geliyor insana.

Söylemesi bile tuhaf. Kendi kendinize isterseniz deneyin “on dört ocak iki bin” tarihini telaffuz etmeyi. Ben hala alıştıramadım kendimi. Muhtemelen yeni bin yılın ilk birkaç ayında tarih atarken elim yine 1999’a gidecek. Bence bilgisayardaki kıyamet kadar olmasa da, beyinlerimizde de bir kıyamet yaşayacağız 21 gün sonra.

Buna hazırlıklı olun.

Bu arada Ulrich Beck’in kitabında gözü olanlara sesleniyorum. İlk fırsatta ondan söz edeceğim.

Bir cevap yazın