Osmanlı’ya iftira sağanağı
Osmanlıların dünyayı tanımadıkları, kendilerini dünyaya kapattıkları söylenip durulur ya kitaplarımızda, bu söylentinin kaynağının kim olduğu bir türlü sorulmaz.
Bazen soranlar çıksa da, karşılarına bir “Batılı kaynak” konulunca sus pus olurlar. Nedendir dersiniz?
Daha önce de bir vesile ile Oryantalist tarihçiliğini eleştirdiğim Bernard Lewis’i hatırladınız değil mi? Lewis’in “Müslümanların Avrupa’yı Keşfi” adlı kitabı, ilginç bilgiler içermesine rağmen maalesef birçok hatalı yorumla maluldür ve son derece dikkatle okunmalıdır. Kitaptaki sözde bilgilerin vahametini anlatabilmek için bir ara Mehmed Niyazi Bey’in de kısmen değindiği (Zaman, 20 Ocak 2003) bir misali zikretmek istiyorum. Bilindiği gibi, 1770 yılında Rus filosu Akdeniz’e girmiş ve İnebahtı civarında Osmanlı donanması ile karşılaşmıştır. (Bu karşılaşma, o feci Çeşme Baskını’na mal olacaktır.) Lewis’e göre, bunun üzerine Osmanlı yönetimi derhal Venedik elçisine ültimatom vermiş ve neden Rus filosunun Adriyatik’e çıkmasına izin verdiklerini sormuştu. Güya şunu demek istiyor hazret: Osmanlılar o kadar kara cahil yöneticilerin elinde zebun idiler ki, Rus filosunun Baltık Denizi’nden Adriyatik’e çıkan bir kanaldan geçerek Akdeniz’e girdiklerini zannediyorlardı. Oysa Ruslar, Cebelitarık Boğazı’ndan geçerek Akdeniz’e girmişlerdi!
Bu misal, Osmanlıların 18. yüzyıldaki cehaletinin timsali olarak pişirilip pişirilip önümüze konulur. Gelin görün ki, Lewis’in Hammer ile el ele vererek kurdukları bu tuzağın aslını faslını bize devrin vakanüvisi Vâsıf Efendi gayet net bir dille anlatmış aslında ama okuyan nerde! Rus denizciliği hakkında bir miktar bilgi verdikten sonra mealen şunları kaydediyor tarihçimiz:
“Rusların Akdeniz şartlarında gemileri yetersiz, kaptanları da eğitimsiz olduğundan Venedik ve İngiliz kaptanları kiraladılar ve denizcilik ilminde donanımlı hale geldiler. Ruslardan nefret eden bazı milletler ise gizlice Devlet-i Aliyye’yi Rusların niyetinden haberdar ederek cenge hazır olmaları tavsiyesinde bulundular. Bunun üzerine devrin ileri gelenleri bu haberin bir şaşırtmaca olduğunu ve Rusların Baltık’tan Akdeniz’e onların söylediği şekilde gönderilmesinin mümkün olmadığını düşündüler. Bunu saçma bularak tavsiyeye uymadılar. Öte yandan Ruslar aniden İnebahtı önlerinde Osmanlı donanmasının karşısına çıkınca da dehşete kapıldılar. Rus başarısını imkânsız bulan bu kişiler utanç denizine yuvarlandılar…”
Görüldüğü gibi Vâsıf bambaşka bir olay anlatıyor, Hammer ile Lewis ise tam anlamıyla sözü koz anlıyorlar. Baltık’tan Adriyatik’e inen bir kanal olduğundan tek kelime bahis yoktur Vâsıf’ta. Daha çok, devrin ileri gelenlerinin “Yok canım, taa oraları dolaşıp da Akdeniz’e nereden gelecekler?” şeklindeki aymazlıklarından bahsediyor ve bu aymazların sonunda nasıl utandıkları, gelen ihbarlardan bu kadar şüphe etmemeleri gerektiğini öğrendikleri söyleniyor.
Vâsıf’ın cümlelerinden aynı zamanda şunu da anlıyoruz: Osmanlı yöneticileri, kendilerine gelen her ispiyonun üzerine atlayıp ona göre bir tavır geliştirmiyor, haberin doğruluğundan şüpheleniyor ve aralarında tartışıyorlardı. Dahası, yukarıdaki olayda bütün yöneticiler değil, ancak bir kısmının bu haberi şüphe ile karşıladığını anlıyoruz. Nitekim gelecek haftaki yazımda sözünü edeceğim sürpriz bir mektup, tüccar kılığına girmiş bir Osmanlı casusuna aittir ve İtalya’dan saraya gönderilmiştir. 1530 tarihli bu mektupta, Martin Luther’in Avrupa’da meydana getirmeye başladığı derin çatlağı Osmanlı yöneticilerinin nasıl yakından takip ettiklerini görüyoruz. Nitekim Kanuni’nin Protestanları siyaseten desteklemesinin altında bu tür mektupların yattığını biliyoruz.
Neyse, mektup yola çıktı bile. Merak etmeyin. Bir haftaya kalmaz, evinize varır!
Matbaacıyı öldürten padişah?
1932’de yapılan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmada Yusuf Hikmet Bayur, Fransızca ansiklopedinin (hangi ansiklopedi, belli değil) 26. cildinin 606. sayfasında Firmin Didot isimli bir zattan, II. Bayezid’in memlekete matbaanın gelmesini idam cezasıyla engellediği bilgisini nakleder. Bayur, bu bilginin doğru olup olmadığını Türk kaynaklarına bakarak kontrol edeceğine (bir de Türkçü geçinmezler mi?) Fransız’ın sözünü desteklemek için kendince akıllara ziyan bir kanıt getirir: “İşbu hükümdarın meslek ve hareketlerini bildikten so(n)ra buna inanmamak için sebep yoktur.” Tarihçilikten anladığı bu olan zatın okullarımızda yıllarca inkılap tarihi okuttuğunu, dahası kitaplar yazdığını söylesem inanır mısınız?
Denize dökülen Kur’anlar
Matbaa takıntımız bitecek gibi değil. Hesapta “barbarız” ya, padişahın birisi, gemilerle limanlarımıza kadar gelen kitapları içeri sokturmayıp denize döktürmüş imiş. Hatta hızını alamamış ve öfkesinden, Marmara Denizi’ne de değil, taa Adriyatik Denizi’ne göndermiş kitap yüklü gemileri. Aslında bu denize kitap dökme uygulamasının gayet anlaşılır bir sebebi olduğunu biliyoruz: Venedik’te basılan Kur’an-ı Kerim ve hadis kitaplarının ithaline izin verilmiştir ama öncelikle bunlarda herhangi bir hata var mı yok mu diye Şeyhülislamlığa birer numune gönderilmiştir. Kurul, yaptığı incelemede Venedik’te Arapçayı iyi bilmeyen şahısların editörlüğünde basılan Kur’an nüshalarının hatalı olduğunu tespit ederek piyasaya verilmesinin dinen caiz olmadığını beyan etmiş. Mushaflar hata kaldırmayacağına, hatalı Kur’anlar da göz göre göre halka dağıtılamayacağına göre imha edilmesinden başka çare bulunmamış ve yakılmaktansa denize dökülmesi uygun görülmüştür. Bu iddianın sahipleri, şu içinde yaşadığımız dönemde dahi basılan bütün Kur’anların Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Mushaf Kurulu’nda aylarca harf harf incelendiğini ve hatalı mushafların basılmasına izin verilmediğini, dahası, Diyanet’in damgasını taşımayan Kur’anların, ele geçtiği zaman, imha edildiğini biliyorlar mıdır dersiniz?
Yani Osmanlı uleması ne yapsaydı gözlerine girecekti bu zatların? Hatalı Kur’anların dağıtılmasına izin mi verseydi?
Do you want Search?
Random Post
Search
previous