Pazar sabahınıza güller yollayamadım belki…
Geçmişimiz üzerindeki koyu gölgeler, geniş okuyucu kitlesinde tarihe ilgiyi artıran bir etki yapıyor. Hatta kışkırtıyor.
Kimse “resmî” tarihten memnun değil. Lakin bu resmî tarihin yerine geçecek “asıl” tarihin çok uzağımızda, yerin yedi kat dibindeki mahzenlerde nasılsa saklı kalmış olduğunu sanıyoruz. Oysa ben asıl meselemizin bilgi eksikliği değil, bakış açısı eksikliği olduğuna inanıyorum. Bakışınız bulanmış veya ütülenmişse, önünüze en aykırı bir metni de koysanız, onun ayırt edici özelliklerini fark edemezsiniz.
Gazetelerde tarih köşesi hazırlamanın hem kolay, hem de zor tarafları var. Kolay, çünkü tarihe yönelik belli bir hassasiyeti hazır bulursunuz. Zor, çünkü bu hassasiyet, maalesef yaygın tarih şablonu tarafından fena halde örselenmiş durumda.
İki yolunuz vardır: Ya genel hassasiyeti coşturacak, damara göre şerbet akıtacaksınızdır. Bu, risksiz bir yoldur. Müşterisi garantidir. Okur, duymak istediklerini ehil bir kalemden bir kere daha duymaya eğilimli olduğu için tepki çekme veya beyinleri kaşındırma gibi bir abesle iştigal etmemiş olursunuz. Alan memnun, satan memnundur. Öbür yol, hem yazan, hem de okuyan için çilelidir. Yazan, her seferinde yeni bir bilgiyi doğru yorumlayabilmek için yüzlerce, binlerce ek bilgi ile donanmak, meselenin encamını kucaklamak için yıpratır kendisini. Bekler ki, okuyucu da aynı zahmetin yüzde birine katlanıp okusun ve mevcut bilgilerinin kendisini zincirlediği hapishaneden firar yollarını araştırsın. Ne var ki, bu beklentisine her zaman cevap alamadığı gibi, mevcut bilgilerinin altı oyulan okur, rahatsız bile olur ve gazetenin sayfasını çeviriverir. Okuru da anlamak gerekir. Zira, ne kadar açık fikirli olduğunu söylüyorsa da, kimse şunca yıldır bildiğini zannettiği, dahası bilmek için onca çaba sarf ettiği malumatın bir gazete köşesine kurulmuş yazarımız tarafından buruşturulup çöpe atılmasından hoşlanmaz. Hele pazar sabahları herkes “hoş” ve “soft” şeyler yazarken, birisinin kalkıp kendisine horozluk yapması katlanılır şey değildir. Kabul ediyorum: Bu köşe çileli bir yola sürüyor okuyucusunu. Sarsmak, uyandırmak istiyor. Tarih alanında demokrasinin, soru sormakla başladığına inanıyor. Sorgulayan bir neslin hasretiyle yanıp tutuşuyor. Cevaplarını peşin olarak bulmuş olanlardan ayrılıyor. Kolaycı çözümlere kapısını kapatıyor. Eh, bu kadar çileye kim katlanır bu zamanda?
Yok, öyle demeyin hemen. Ben farklı olmayı, özgür düşünmeyi ve her şeyden önemlisi, hasbî düşünce ve bilgiyi önemseyen bir kümenin yediveren gülleri gibi her bahar şehirlerimizin sabahlarına daha bir gümrah sarktığını görüyor ve bu “kutlu” gelişi ziyadesiyle önemsiyorum. Zora, çileye ve düşünmeye talip olanlar gün geçtikçe daha gür fışkırıyor Anadolu’nun bağrından.
Nereden mi biliyorum? Konferanslardan, imza günlerinden, e-postalardan.
Kendilerini araştırmaya teşvik ettiğim için teşekkürlerini esirgemiyorlar. “Karlofça’yı hiç böyle bilmezdik” diyenler de, “Vay canına, Çanakkale geçilmiş” diyenler de onlardan başkası değil. Belki kızıp köpürenler çıktı Çanakkale yazılarıma. Varsın olsun. Ben onların “N’olmuş yani üç beş soysuz düşman denizaltısı Çanakkale’yi geçmişse?” tepkilerini de seviyorum. Hatta beni Mehmetçik’in kemiklerini sızlattığım için suçlayanların mesajlarını bile, bu duvağı açılmamış bilgilerle ilk defa karşılaşmanın şokunu atlatamayışlarına bağlıyorum. “Yazan sizin kaleminiz olmasaydı inanmazdım” cümlesini de o uyanışın belirtisi olarak kabul ediyorum. Uyanacağız ve uyandıracağız sevgili okurlar. Üzerimize atılan bunca ölü toprağının altından silkinip kalkmanın başka yolu yok. Mazlum bir tarihin evladı olmanın omuzlarımıza yüklediği ağır sorumluluk bunu gerektiriyor çünkü.
Türkiye, sömürge toprağı olmadı ama kafalarımız en hasından sömürge kafası olarak imal edildi. Bir Hintli, “öteki” olarak İngiliz emperyalizmini görmekte yerden göğe kadar haklıydı, bir Cezayirli için Fransız emperyalizmi Fanon gibilerin lanetine sonuna kadar müstahaktı. Hindistan ve Cezayir ulus-devletleri kurulurken emperyalistleri “öteki” olarak kurmak kaçınılmazdı. Peki ulus-devletimizi kurarken bizim “öteki”miz kimin emperyalizmi olacaktı? Ne İngiliz, ne de Fransız emperyalizminin sömürgesi olmuştuk. Yunanlıyı da biz “öteki” olarak kuramazdık (sonuçta daha bir asır öncesine kadar tebamızdı). Tek seçenek kalıyordu: Osmanlı’yı emperyalist ilan etmek. İyi de bunu Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar, hatta Araplar yeterince yapmıyor muydu? Bizim onlardan farkımız ne olacaktı? Osmanlı’yı Türk toprakları ve Türk halkı üzerinde bir işgalci ilan ettik. Dahası, hâlâ edenlerimiz var. “Osmanlı sadece talan etmesini bilirdi. Talan edemeyince çöktü” diyen köşe yazarlarımız bütün İkinci Cumhuriyetçi söylemlerine rağmen, farkına varmadan en “derin devletçi” söylemin içine batmıyorlar mı?
Türkiye sömürge olmadı ama kafalarımız sömürgeleştirildi. Kültürümüz, tarihimiz, edebiyatımız sömürgeleştirildi. Bizi biz yapan unsurlar, utanç nesneleri haline getirildi. Aslında Kanuni’den sonraki tarihimizi bilmeyişimizin, bilmek dahi istemeyişimizin altında bunlar yatıyor. Çünkü orada her şeyimizle “biz” varız. Fatih Sultan Mehmed’in bir elinde Homeros’un İlyada’sını, öbür elinde Gazali’nin Tehâfüt’ünü tuttuğu niçin unutturuldu bize dersiniz? Bize kim “Siz Doğulusunuz” dedi sanıyorsunuz? Abdülaziz’in Wagner’e opera binası yapması için, II. Abdülhamid’in Pastör’e laboratuarını geliştirsin diye para gönderdiğini öğrenmek neden bu kadar zor acaba?
Firar kapılarıdır bunlar çünkü…
Do you want Search?
Random Post
Search
previous