Sayım ve itaat

Sayım ve itaat

Geçtiğimiz pazar günü televizyon seyrederken içim dışım sayım görüntüleri oldu. İstanbul’un her zaman cıvıl cıvıl olan sokak ve meydanları kendilerine kalan turistler, tatillerini bu ‘talihsiz’ (talihli mi demeliydim yoksa) güne denk getiren tur operatörlerine içlerinden söylene söylene bomboş sokakları yağmur eşliğinde nafile yere arşınlıyorlardı.

Bir ara muhabir kardeşimiz İngiliz turistlerden birine, “Ülkenizde böyle bir sokağa çıkma yasağı olsa ne yapardınız?” gibilerinden bir şeyler soracak oldu. Adam fena halde diklendi ve bu ‘anlamsız’ yasağa hiçbir İngiliz’in uymayacağı mealindeki cevabını yapıştırıverdi. Hadi o Avrupalı, onu sineye çekebiliriz; ya şu Araplara ne oluyordu? Onlar bile şaşıyordu Türk halkının engin ve destanî uysallığına! Kendi ülkelerinde sayımların bilgisayarla yapıldığını söylüyorlardı kasıla kasıla.

Şahsen eve bir hafta kapatsalar gıkım çıkmaz; o ayrı mesele. Fakat milyonlarca insan nasıl bu kadar müthiş bir itaat sergiliyor, doğrusu hayret edilecek bir noktadır. Diyeceksiniz ki, bu millet ne zaman itaatsizlik etmiştir ki, bir gün için devlete başını kaldırıp “kaşının üstünde gözün var” desin. Belki de halk, bu “ev tipi ceza”dan mutlu oluyordur!

Pazar akşamı yasak bittikten sonra sokaklarda dolaşırken, birçok evin adeta bağırsaklarının dışarı dökülmüş olduğu görülüyordu. Hemen her köşe başında küflü öteberiler, kırık dökük masa ve sandalyeler kendilerini kapının önünde bulmuşlardı.

Bu hadise bana anlamlı göründü. Anlaşılan, mecburen eve kapanan insanlar, özellikle de erkekler, diğer zamanlar iş güç yüzünden gözlerinden kaçan ‘görüntü kirlilikleri’ne dayanamayıp çekiç veya tornavida ile tamirata girişmişler, ıslahı kabil olmayanları ise sırtlayıp sokağa atmışlardı. Artık köşe başlarında örtüsü yırtılmış yaylı yatak mı ararsınız, yoksa ahşap öteberi mi! Herhalde 5 yılda bir gelen bu aziz günü, çöplerden geçinen vatandaşlarımız kadar bekleyen kimseler yoktur!

Anlayacağınız turist kardeşlerimiz haricinde kimselerin şikayeti yoktu bu garip durumdan. Bir günlük üretim kaybıymış, nüfus planlamasına darbe vuruluyormuş(!), vatandaş bayat ekmek yiyormuş, kimsenin umurunda değildi.

Her toplumun kör noktaları vardır. Mesela biz, Amerikalıların nasıl bu kadar birbirlerinden kopuk yaşadıklarından, komşulukları olmadığından vs. kendimize pay çıkarırız ya, Amerikalılar ise bizim nasıl olup da bu kadar iç içe yaşadığımıza hayret ederler.

İsveç’te uzun yıllar yaşamış bir dostum anlatmıştı: Vatandaş, evinin dışını boyamak için bile belediyeden ruhsat almak zorundaymış orada. Yani, İsveç’te evinizin iç duvarı size ait; ama dış duvar kamunun malı; onda istediğiniz gibi tasarruf edemiyormuşsunuz.

Bizde ise bu bakımdan özgürlükler gani: Balkonunu odaya dahil edeni mi istersiniz, pimapenle yahut alüminyum doğramayla kapatanı mı, hatta kaçak katları iskambil kâğıdı gibi dizenleri mi, yerin altına inerek birkaç kat kazananı mı?… Kapısının önüne açtığı tezgâhı gün geçtikçe genişleten nalburumuzla, birkaç sandalye daha atarak alan kazanan lokantacımızla, evinin önüne, yani aslında kamusal bir alana araba park ettirmeyen sosyal demokrat apartman sakinimizle biz hep aynı yolun yolcusuyuz.

Kurallara görünüşte itaatkâr bir toplumuz, bu doğru. Lâkin itiraf edelim ki anomik, asla kural tanımayan kadim damarımız hâlâ çok canlı. ‘Nasıl olsa bir yolunu bulup işimi görürüm’ anlayışıyla görünüşte kurallara itaatkâr davranan; ama bir punduna getirdi miydi, bütün kuralları tersyüz ediveren bir milletiz, vesselâm.

Şeffaflaşamayan toplumların kaderi bu, galiba. Sürekli baskı altında kalan, itilip kakılan bir toplum, ister istemez içine kapanır ve dışına sır vermez olur. Artık onun dünyasında iki iktidar mevcuttur. Birincisi, haricî iktidar; ikincisi, çevresine ördüğü ve içine dahil olunca kendisini güvende hissettiği dahilî iktidar.

Darbelere maruz kalan, baskıya tabi tutulan, koyun gibi güdülmeye zorlanan bir toplum, zamanla dışarıya renk vermez olur. Kendi iç işleyişine dair bütün tezahürlerin rengini bulandırır. Öyle ki zamanla kendini bile ayan beyan göremez olur. Modern devletin yana yakıla aradığı o meşhur konsensustan kopar, sır vermez olur harice. Oysa devlet, modern devlet, milleti şeffafiyetle görebildiği oranda vardır. Sayımlar, seçimler onun için yapılır. Milletten beslenen; ama bir yandan da milleti kaba güçle değil de, bir zar gibi saran devlet, modern devlettir.

Milleti sarabilmek için ise bardağın içinde ne var, ne yok, görülebilmelidir. Oysa baskı, zulüm, işkence, ayrımcılık toplumun bulanıklaşmasına yol açar. Millî bütünleşme ve konsensus zarar görür. İdare, zaafa uğrar. Bu, iktidarın mantığına da terstir aslında. Toplumun bir bölümünün bütünden kopması, ileride telafisi mümkün olamayacak hasarlara sebebiyet verir. Modern devlet, vatandaşlarını bütünleştirici, birleştirici ve ortak bir konsensus sağlayıcı tedbirlerle her birey üzerinde muktedir olabilen bir devlettir.

Bugün, dinî inançlarından dolayı toplumun bir kesimi alenen mağdur edilmekte, baskıya uğratılmakta, ayrımcılığa tabi tutulmaktadır. Bu, bırakın demokrasinin işlemesini, modern devletin en asgarî şartı olan devlet-millet bütünleşmesini bile tehdit edebilecek bir gidiştir. Toplumlar, her zaman devletten daha hızlı değişir. Ancak bu, organize bir değişme olmadığı için değişmenin hep devletten geldiği zannedilir. Devleti değişmeye zorlayan, aslında toplumlardaki bu hızlı değişimdir aslında…

Bir sayım gününün sessizliği işte bu tehlikeli ve dağınık düşüncelere sevk etti kalemimi.

Bir cevap yazın