• Home
  • Genel
  • Tarihçilerin yazmayı unuttuğu yıl

Tarihçilerin yazmayı unuttuğu yıl

Tarihçilerin yazmayı unuttuğu yıl
Yapan kadar yazan da içindedir tarihin. Bir anlamda tarih, onu gerçekleştirenlerce ‘yapılır’; lakin olayın şeklinin şemailinin belirlenmesi ve imaj olarak inşası anlamında tarih, tarihçiler tarafından ‘yapılır’.
Kılıç kullanarak tarihi yapanlar, ne kadar direnirlerse dirensinler, yazanlar tarafından kalem gibi ‘zayıf’ bir silahla esir alınabilir ve sarı sayfalarda bambaşka kılıklarla karşımıza çıkartılabilir. Hep böyle olur demek istemiyorum ama tarihçilerce hizaya sokulan vak’alar nadirattan değildir.
Genellikle yapan, yazana sadık kalmıştır tarihte! Diyeceksiniz ki, tarihi yazanlar efendilerinin gölgesinde serinlemiş, onların bahşişleriyle kalemlerine can vermiş değil midir? Buna ancak bir zamanlar solcularımıza ârız olan o meşhur “saflık” içerisindeysek inanabiliriz. Solcular tarihi, derinliği olmayan iki kutba ayırıyorlardı: Ya ezenlerin safındaydınız ya da ezilenlerin. Üçüncü şık imkânsızdı. Oysa insanın olduğu yer, ak ve kara diye ayrılabilir mi kolayca? Biri emredecek, öbürü de yazacak; otomat mı bu? Bu şeffaflığın bolluğu nerede görülmüş? O zaman bütün çocukların tıpatıp babaları ya da anneleri gibi davranmaları gerekirdi. Davranıyorlar mı? Yazanlar, efendilerin arzularını ayna gibi yansıtmazlar, çünkü kendilerini yalnız efendilerinin aynasında değil, başka aynalarda “da” seyretmektedirler. Hepimiz bir parça öyle değil miyiz? Ruh cebimizde kaç ayna taşıdığımızı iyi ki dışarıdakiler bilmiyor. Anlamak istiyorsak, tarihe daha hassas detektörlerle yaklaşmamız gerekiyor. Farkı fark etmek, matlığı aşmak, saflığı bir kenara bırakmak. Tarih detektifliğinin sırrı burada yatıyor çünkü.
Tarihçinin unutkanlığı tutmuş…
Bu düşünceler zihnime üşüşünce mızraklarımı kapıp İSAM Kütüphanesi’nin zengin raflarına doğru akına çıkıyorum. Yağmaladığım ciltler içerisinde “Târih-i Osmânî Encümeni Mecmuası” da var. 1 Nisan 1329 (1913) tarihli sayıda dikkatimi bir yazı çekiyor: “Silsile-i vukuât-ı Devlet-i Aliyye’de zabt edilmeyen 1142 senesi hâdisâtı.” Yazarı: Mehmed Ârif. Şu, acılarımızın kitabı “Başımıza Gelenler”in yazarı. Başlık Osmanlı Devleti’nin tarihinde yazılmayan bir yıl olduğunu söylüyor. ‘İşte tarihte bir çıban başı daha yakaladım’ diye geçiriyorum içimden, ‘bakalım, sıkınca hangi cerahat fışkıracak?’ Mehmed Ârif Bey işe Osmanlılarda resmi tarih yazıcılığının “tarihi”ni anlatmakla başlıyor. Üstada göre vak’anüvisliğe gelinceye kadar birkaç merhaleden geçmiş saray tarihçiliğimiz. İlk vak’anüvis sayılan Naima’dan itibaren olaylar yıl yıl birbirini takip ettikleri halde 1142 (1729-30) tarihinde bir kopukluk meydana gelmiş, Osmanlı resmi kayıtlarına o yılın olayları geçmemiş. Gözlerim irileşmiş, adrenalinim tırmanışa geçmişti. Meğer yazılmayan yıl, Çelebizade Âsım Efendi ile Sâmi Efendi adlı vak’anüvislerin görev değişimindeki boşluğa denk gelmiş. Kaynaklara bakılırsa, 1729-30 yılını Osmanlı Devleti resmi tarihçisiz geçirmiş, tayin ancak bir yıl sonra yapılabilmiştir. Bu gibi durumlarda yeni görevlendirilen tarihçi kolları sıvar, sorar soruşturur ve yazılmamış yıldan itibaren bir toparlama yaparak tarihini yazmaya koyulur. Oysa 1142 yılı olaylarını ne Çelebizade, ne de Sami Efendi yazmış, böylece sevgili yılımız, iki cami arasındaki beynamaza dönmüştür!
Burada bir parantez açmak boynumun borcu oldu artık. 1142, Osmanlı tarihinin en büyük ayaklanmalarından birisinin, Patrona Halil İsyanı’nın hazırlandığı ve patlak verdiği yıldır. Eylül 1730’da başlayan isyan kasım ayına kadar devam etmiş, III. Ahmed tahttan indirilmiş ve kardeşi I. Mahmud isyancılar eliyle tahta çıkarılmıştır. İsyanın estirdiği fırtınada Lale Devri bütün eğlence hayatı ve israfıyla sona ermiş, sadrazamlık başta olmak üzere bütün bürokrasi kökünden sarsılmıştır. Bu büyük ihtilalden saraydaki tarihçinin de nasibini almış olması gayet tabiidir. Çelebizade istifa etmiş ve yeni vak’anüvis, ancak Patrona ve ekibi tasfiye edildikten sonra görevine başlayabilmiştir.
Patrona isyanında susan kalem
Yine de kafa karıştıran sorular var. Diyelim ki Çelebizade o yılın olaylarını yazamadı veya yazdı da kayıtları isyancıların eline geçti ve imha edildi. O zaman işbaşı yapan tarihçinin geriye dönerek tam da bu hayatî önemdeki olayı bize “saray açısından” anlatması gerekmez miydi? Bu bir saray tarihçisi için “dakika bir, gol bir” olmaz mıydı? Ama olmamış, “Sami Tarihi” Patrona isyanını tam bir suskunlukla geçiştirmiştir. Neden? İsyanı anlatmayacak da neyi anlatacaktır bir resmi tarihçi? Üstüne üstlük Mehmed Ârif Beğ, bu ihmalin “kasdî” olduğunu söyleyince adrenalinimin seviyesi iyiden iyiye yükseliyor. Bu, hassas bir konu benim için, çünkü daha önce Patrona isyanının tarihini “yazılmamış”, üstelik de “silinmiş” bir tarih diye ilan etmiştim; karşılaştığım bu bilgi, iddia ve şüphelerimi tamamen doğruluyordu. Yani Patrona isyanının resmi kanallardan yazılmış bir anlatısına sahip olmadığımız halde, nasıl oluyor da onun hakkında bu kadar fütursuzca kalem oynatabiliyor, hamamdan yarı çıplak bir halde sokağa fırlayan Patrona’nın, elindeki sırığın ucuna peştamalını takarak saraya doğru koştuğu ve binlerce insanın da onun peşinden gittikleri yalanını her defasında yeni kuyruklar ekleyerek tekrarlayabiliyorduk?
Yazılmayan bu bir yıl, saray tarihçilerinin olan bitenleri bir ayna gibi yansıtmadıklarını, her zaman işin içine başka beşerî faktörlerin girdiğini ve aynayı puslandırdıklarını gösteriyor. Mehmed Ârif’e göre Sami Efendi, aslında bir önceki sadrazam Şehid Ali Paşa’nın adamıdır ve Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya husumet besleyenlerden biridir. İbrahim Paşa’ya olan düşmanlığı sebebiyle onun son iktidar yılını yazmamış, Patrona isyanıyla saltanatını ve hayatını feci bir şekilde kaybetmesine sevinmiş olmasına rağmen, resmi görevi bu keyfi yaşamasına ve okurlarına yaşatmasına müsaade etmemiştir. Bu durumda Sami Efendi de formülü bulmuş, devrinde gözden düştüğü Nevşehirli İbrahim Paşa’dan bahsetmemek için Patrona isyanını da suskunlukla geçiştirmiştir. Ne demiştik en başta: Yapan kadar yazan da içindedir tarihin. Sami Efendi’ye Patrona isyanının günümüze kadar süren muğlaklığını borçluyuz ki, bu da tarihi ‘yapmak’tan farklı bir şey değil esasında.

Bir cevap yazın