Rusya’dayken sevgili Timofey iç burkan bir olay anlatmıştı. Çarlık döneminde insanlar okullarda günlük tutmaya özendirilir, hemen her ailede birileri mutlaka günlük tutarmış.
Ancak Stalin iktidarında bu günlükler milletin başına bela olmuş, zira evleri basan polis, önce günlüklerden ailenin siyasi tutumunu itiraz edemeyeceği kanıtlarla deşifre ediyormuş. Sonra gelsin mahkemeler, sürgünler, idamlar… Paniğe kapılan halk, günlükleri sobalarında yakarak kurtulmaya çalışırken, Petersburg’un üstünü koyu bir duman tabakası kaplamış.
Ben bunu Türkiye’de 1950’den önce çok az ciddi hatıratın yayınlanışına benzetiyorum. Yayınlananların çoğu da 1945 sonrasına rastlar. Demek ki, Tek Parti döneminin aynı zamanda hatıratlar üzerinde kurduğu bir diktatörlükten de söz edebiliriz. Kâzım Karabekir’inki gibi yakılan hatıratlar Rusya ile Türkiye arasındaki bağlantıyı kuvvetlendirmeye yarıyor sadece.
Yakın tarihin yeniden yazılacağı günler yaklaşırken (inşaallah), 90 yıldır korku duvarının arkasına saklanan hatıratlar birer ikişer arz-ı endam ediyor. Hafızamızın yırtıkları onarılıyor. Velhasıl, kendimizle yeniden konuşmaya başlıyoruz; kendimizle, yani tarihimizle…
Timaş Yayınları’ndan yeni çıkan “Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor” adlı kitap bize I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’nin bilinmeyenlerini yetkin bir tanığın ağzından aktararak tarih mahkemesine yeni kanıtlar sunmakla kalmıyor, karanlığın alanını biraz daha daraltıyor. Kitabın değerini artıran özelliklerden biri, hem Paşa’nın hem de Vahdettin’in anlattıklarını ve sonunda da Padişah’ın yazdırmaya ve yazmaya başladığı tamamlanmamış bir hatıratını içermesi.
Mustafa Kemal’in Vahdettin’in huzurundaki yemini
Avni Paşa’nın hatıratında çok ilginç bilgilere rastlıyoruz. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gitmeden önce Vahdettin’in huzurunda ettiği yemin bunlardan biri.
Bir Mayıs günü Padişah askeri üniformasını giymiş olup ayakta durmaktadır. Sadrazam Damat Ferid ile Yaver Avni Paşa iki yanında, birer adım gerisindedirler. M. Kemal Paşa bu üçlünün karşısında askerî duruşuna dinî bir eda katarak ilerlemiş ve sağ elini Kur’an-ı Kerim’in üzerine basarak şu yemini etmişti:
“Bakanlar Kurulu’nca düzenlenip Padişah’ın iradesine sunulan 21 maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda Padişahımızın Anadolu illerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerinde icrasına görevlendirildiğim denetleme ve soruşturmaları, Halife hazretlerinin yüksek rızası çerçevesinde iftihar kaynağım ve kölece övüncüm olan tam bir sadakatla elimden geldiği kadar yapacağıma vallahi billahi.”
Kısaltıp sadeleştirdiğimiz yemin metni kitapta rastladığımız orijinal bilgilerden sadece biri. Dahası var elbette. İnkılap tarihlerinden beyni kireçlenmiş nesillere sarsıcı, şaşırtıcı gelecek bilgiler bunlar.
Mustafa Kemal, Vahdettin’i nasıl övmüş?
Genellikle Mustafa Kemal Paşa’nın komuta ettiği 7. Ordu’nun Filistin’de yenilmediği, başarıyla geri çekildiği anlatılır. Avni Paşa ise bu olayı farklı anlatıyor:
“Filistin bozgununu gayet veciz ve yalın sözlerle ifade eden ve değerlendiren M.Kemal Paşa’nın işbu telgrafına ilave edecek bir şey yoktur. Yalnız Şam’ın savunmasıyla görevlendirilen İsmet İnönü’nün bu defa da sorumluluklarını, görevini ve Şam’ı yüz üstü bırakıp kendi kararıyla Halep’e firar ve oradan İstanbul’a kaçtığını ve kendisinin (M.Kemal’in) Halep’te sahra muharebesi yapacak halde değilken, Halep’in meşhur ‘sahra âlemi’nin birçoklarından geri kalmadığını ilave etseydi, bir askerî ve insanî fazilet göstermiş olurdu. (…) Ordu ve kolordularını düşmana teslim edip yalnız aziz canlarını kurtaran kahraman komutanlar elleri boş olarak Halep’e gelebilmişlerdi.”
Avni Paşa daha sonra Mustafa Kemal Paşa’nın Filistin’e Padişah Yaveri üniformasıyla gelişine dair bir hatırasına yer veriyor. 7. Ordu Komutanı olarak Filistin’e gönderilen M.Kemal’in şerefine Şam civarında, Başmenzil karargâhında bir yemek verilmiştir. Mustafa Kemal, yemekteki konuşmasında Vahdettin’i övmüş ve yüksek hoşgörüsünden onur duyduğunu anlatmıştır. M.Kemal’e göre Vahdettin “feraset ve zekâ” sahibidir, olayları çok yerinde değerlendirmektedir ve tek taraflı barış yaparak ülkeyi savaştan çıkarmaya çalışmaktadır. Zaten kendisi de Padişah’ın bu hedefini gerçekleştirmek üzere buradadır.
İzmir’in işgalinden sonra protesto amacıyla istifa etmeye hazırlanan kabine üyelerini ziyarete giden M.Kemal Paşa’nın, “O halde benim Samsun’a gönderilmem ne olacak?” diye telaşlandığını ve onlara “Aman efendim, bence istifanız hiç uygun değildir. Aksine, ısrar ederek göreve devam etmek gerekir.” dediği de Avni Paşa’nın iddiaları arasında.
Küçümsenip alay edilen Misak-ı Halife…
Avni Paşa’nın hatıratından öğrendiğimiz bir başka gerçek ise Misak-ı Milli yanında bir de Misak-ı Halife’nin varlığıdır. Misak-ı Milli İtilaf devletlerine karşı yayınladığımız hakkımız olan meşru topraklara dair asgari şarttır. Misak-ı Halife ise Osmanlı’nın bıraktığı geniş topraklar üzerindeki Hilafet’ten gelen manevî haklarıdır. Nitekim Damat Ferid Paşa’nın Paris Konferansı’nda dile getirmek istediği ama İtilaf devletlerince küçümsenip alay edilen talepler gerçekte Misak-ı Hilafet’le ilgiliydi.
İngilizler Misak-ı Halife’den hiç mi hiç hoşlanmamışlardı. Çünkü Hilafet’in gücünün tehlikeli bir şekilde kullanılması ihtimalini tehlikeli buluyorlardı. İngilizlerin Halife’yi Anadolu ile uzlaşmaya zorlarken Hilafet’in kaldırılmasını isteyişleri arasındaki çelişkiye dikkat çeken Avni Paşa’nın aşağıdaki ifadesi bence kitabın en çok tartışılacak paragrafı:
“… Hilâfet’in Türkiye’de kalması lüzum ve gereğine daha ziyade inandım. Yaptığım değerlendirmeden müteessir olanlar; “Paşa, Ankara’da ve Kuvâ-yı Milliye’de hiçbir fert yoktur ki, sizin şimdi söylediklerinizi düşünmüş olsun. Kuvâ-yı Milliye İstanbul’a gelecek İzmir, Edirne’yi almakla ve yalnız Misak-ı Milli’nin tahakkukunu görmekle yetinecektir. Millet de bunun için Mustafa Kemal’in heykelini dikecektir.” dediler. Ben de cevaben; “Sizler Mustafa Kemal’in bir heykelinin dikileceğini söylüyorsunuz. Ben ise iki heykelinin yapılacağını zannediyorum. Şu fark ile ki; birini tunçtan; Milliciler Ankara’da yaparlar, diğerini de İngilizler altından Londra’da yapacak ve sırf bunun için Kuvâ-yı Milliye’nin harekâtına katlanacaktır zannediyorum.” dedim.”
Vahdettin Sevr’i imzalamıyor
Avni Paşa, Vahdettin’in belli bir İngiliz yanlısı siyasetinin bulunmadığını, vakit kazanmak için uğraştığını yazıyor. Sevr’i imzalamadığı gibi imzalamaya da asla niyetli olmadığını Padişah’ın şu sözleriyle dile getiriyor: “Bu antlaşmayı imza etmeyeceğim. Son söz benim ise yapacağımı bilirim. Bugünkü muameleler günü kurtarmak, vakit kazanmak içindir.”
Ayrıca Vahdettin’in Sevr’i nasıl gördüğünü şu iki cümlesinden net olarak anlıyoruz: “Sevr Antlaşması musibetlerle dolu bir belgedir (“mecelle-i mesâib”). Fakat su üzerine yazılmış bir yazıdır (“nakş ber âb”).”
Yani biraz sabredelim, bu yazı silinecektir. Nitekim Sevr’i bir süre sonra İngilizler bile ciddiye almadılar. Hem de kendileri zorla imzalattıkları halde.
Özellikle Vahdettin’in Avni Paşa’ya özeleştiri mahiyetinde yazdırdığı şu paragrafı çok anlamlı buldum:
“Üç hatamı itiraf ederim: 1) Saltanat makamını kabul etmemeliydim. 2) İhanetleri ortaya çıkan (Damat Ferid’inkiler başta olmak üzere) Mütareke hükümetlerine güvenmemeli ve geleceğimi onlara bağlamamalıydım. 3) Milletin (Mustafa) Kemal’e biat edemeyeceğine hükmetmemeliydim.”
Haksız yere 150’likler listesine alındığını savunan Avni Paşa bize yazdıklarının ne hatırat, ne de tarih olup; sadece yaşayıp tanık olduğu olayları bir araya getiren gevşek bir metin, bir “mecmua” olduğu uyarısında bulunuyor ve asıl hedefinin sonraki nesillere hizmet olduğunun altını çiziyor.
Ne yazık ki, mevcut kanunlar dolayısıyla (…) işaretiyle yayınlanamayan kısımlar bu hizmeti yeterince yerine getirmesine mani olmuş görünüyor. Artık bu utancı daha fazla yaşamak istemiyoruz. Hatıratlar özgürce konuşabilsin. Ağızlarına takılan susturucular çıkartılsın. Jean Genet’nin dediği gibi tarihin bizi nasıl çarpık çurpuk insanlar haline getirmeye çalıştığı bu meşum üç noktalardan yeterince belli değil mi?
Avni Paşa kimdir?
1878 Batum doğumlu olan Ahmed Avni Paşa, Harb Okulu’ndan mezun oldu, 1897 Yunan Savaşı’na, ardından Balkan ve I. Dünya Savaşları’na katıldı. Vahdettin’in Başyaverliğine atandı, bir ara Bahriye Nazırlığı yaptı. Cumhuriyet’ten sonra 150’likler listesine alındı. Vefatına kadar Vahdettin’in yanında bulundu. Mezarı Lübnan’ın Cünye kasabasındadır (1934). Ailesi tarafından muhafaza edilen hatıratını, Osman Öndeş yayına hazırladı.
22 Ocak 2012, Pazar
3 Comments
HAKAN
27 Ocak 2012 at 00:10güzel güzel
ali
1 Şubat 2012 at 23:44ben bir öğretmenim, İnkılap tarihi derslerinde hep Osmanlıyı, padişahı, kötüleyip, M.Kemali haklı çıkarmak için uğraşıp dururuz. Ne zaman değişecek bu kitaplar? Bizler malesef bir çok konuyu çarpıtarak gerçekmiş gibi yıllardır KOCA KOCA yalanlar söyleyip duruyoruz. Rabbim affetsin inşallah…
Mustafa
15 Mart 2012 at 23:43Nerede bulabiliriz hatıratı?? Yada dijital ortama aktarıp bizimle paylaşmanız mümkünmüdür