• Home
  • Genel
  • Tarihin dikiz aynasında o suikast

Tarihin dikiz aynasında o suikast

Tarihin dikiz aynasında o suikast

Bir süre önce Hudson Enstitüsü’nde cereyan ettiğini öğrendiğimiz o malum toplantıda planlanan suikastlar aslında zincirin son halkası

1960’LARIN ‘iletişim peygamberi’ olarak selamlanan düşünürü Marshall McLuhan’a göre toplumlar, tanıklık ettikleri ‘şimdi’yi bir türlü göremezler, yaşadıkları çağı sürekli geçmişin kavramları ve düşünce alışkanlıklarıyla değerlendirirler. Buna göre toplumların önlerinde duran gerçeklik ancak ve ancak onların dikiz aynalarının görüş mesafesine girdiğinde dikkate alınmaya başlar.

İşte Hudson Enstitüsü’nde cereyan ettiğini ‘her nasılsa’ öğrendiğimiz malum toplantının suikast üzerine kurulu senaryoları da aynı etkiyi bıraktı. Hafızası çöle dönmüş bir hasta misali bu tür toplantıların ilkiymiş gibi algıladık onu ve başladık bir yerleri balyemez toplarıyla dövmeye. Sanki tarihte ilk bizim başımızdan geçiyor bu tür olaylar ve sanki daha önce bu filmi hiç seyretmedik.

İşte bunun için bu köşede tarihi bir ‘dikiz aynası’ olarak kullanıyoruz ya. Bu aynaya baktığımızda yakın tarihten kanlı bir olay düşüyor hafızamızın kırılgan kabuğuna.

O uğursuz 1913 yılındayız. Bir yıl önce başlayan savaş sonunda ‘ikinci Anadolu’ yapmak için onca asır gayret kanatlarına binip sabrın memesinden emzirdiğimiz Balkanlar’ı terk etmiş, hatta sevgili Edirnemiz dahi Bulgar çizmesi altında inlemeye başlamıştır. Savaş devam ederken ‘Bu iş uzaktan kumandayla yürümüyor, Edirne Bulgar’a veriliyor’ diyerek Sadrazam Kámil Paşa’ya silah zoruyla istifa mektubu yazdıran Enver Paşa’nın önünde şimdi 31 Mart İsyanı’nda İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nun başındaki Mahmud Şevket Paşa duruyordu. Eski tüfeklerden olan Paşa hem Genelkurmay Başkanı’nın amiri konumunda, hem de başbakandı ve muazzam yetkileriyle İttihatçı üçlünün eylemlerini kısmen frenliyor, bu yüzden iktidarları, Sina Akşin’in tabiriyle, ‘denetleme iktidarı’ndan öteye gidemiyordu.

CENAZE ARABASI

Bundan tam 94 yıl önce, yine bir haziran günü II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra Osmanlı Devleti’nde en güçlü adam konumunu kazanan Mahmud Şevket Paşa pusuya düşürülerek hayatını kaybedecekti (11 Haziran 1913).

Olay şöyle gelişmişti:

Boş bir tabut bulunup Ahmed Nazmi Paşa’nın otomobiline konulmuş, güya cenaze taşıyormuş gibi bir izlenim uyandırılmıştı. Otomobil Divanyolu’na sapan sokaklardan birinin köşesinde beklemeye başlamış, tam Mahmud Şevket Paşa’nın otomobili Beyazıt’tan hareket edip de yanlarına yaklaşacağı sırada yola çıkmıştı. Tabii cenazeye hürmet lazım, değil mi? Paşa’nın şoförü sözde cenaze arabasının geçmesini beklemiş, araba geçmiş fakat az sonra, plan gereğince aniden durmuştu. Böylece Mahmud Şevket Paşa’nın makam arabası kapana kıstırılmıştı. Öndeki arabadan çıkan Topal Tevfik, tabancasıyla Paşa’nın üzerine kurşun yağdırmış, etrafta toplanan arkadaşları da koroya katılınca araba ve içindekiler kalbura dönmüştü. (O anı bir daha yaşamak isteyenler Harbiye’deki Askeri Müze’de sergilenen arabayı kendi gözleriyle görebilirler.)

Böylece suikastin ilk adımı amacına ulaşmış oluyordu. Ancak bu iş burada kalmayacak, hesapta Enver, Cemal ve Talat Paşa’nın yanı sıra iki Yahudi İttihatçı da temizlenecekti. Bunlar Nesim Ruso ve Emanuel Karasso’dur. Hedeftekilerin ortadan kaldırılmasıyla İttihatçıların beyin takımı imha edilmiş olacak, ardından tasfiyeler başlayacak, İttihatçı kadro gemilere bindirilip sürgüne yollanacak ve Osmanlı iktidar gemisi yeni rotalara girecekti.

Peki hangi yeni rotalara?

Mahmud Şevket Paşa İttihatçılar tarafından mı öldürtülmüştür? Sonuçta Truimvira denilen Enver, Cemal, Talat üçlüsünün önü bu suikastle açılmış, yani kárlı çıkanlar onlar olmuştur ama bunun daha derin ve uluslararası bir komplo olduğu şüphesine davetiye çıkaran kanıtlar var elimizde. Üçünü görelim:

1. 5 ay önce zorla istifa ettirilen ve İngiliz taraftarlığıyla tanınan Kıbrıslı Kámil Paşa, cinayetten 15 gün önce, sessiz sedasız İstanbul’a dönmüştür. Neden?

2. İngilizler, II. Abdülhamid döneminden beri Almanlara kaptırmış oldukları ticarî ve siyasî nüfuzlarını geri alabilmek için çalışıyorlardı. Bu amaçla Bağdat Demiryolları’nın uzanacağı Basra Körfezi’ni kontrole etmeye, dahası, Fırat ve Dicle üzerinde gemi işletme tekelini almaya ve bazı sınır sorunlarında tavizler koparmaya uğraşıyorlardı. Bu görüşmelerin Kámil Paşa zamanında başlamış ve suikast tarihinde henüz sonuçlandırılmamış olması ilginçtir.

3. En önemlisi de, Irak petrolleri sorunudur. İngiltere, harıl harıl Almanya’ya kaptırmakta olduğunu hissettiği bu geleceğin muazzam petrol damarları üzerine nasıl çörekleneceğinin hesaplarını yapıyordu (nitekim amacına 5 yıl sonra ulaşacaktı). Osmanlı Devleti’nden, kurulacak bir şirkete imtiyaz, yani yasal ayrıcalık tanımasını istedi. Osmanlı Devleti de buna, Almanları güvendirmemek için sermayesinin iki devlet arasında paylaşılması şartıyla razı oldu. Çarpıcı bir rastlantı: Bu imtiyaz anlaşması, tam da suikast günü imzalanmıştı!

Dikiz aynamız bugün neyi gösteriyor? Neyi koparmak istiyorlar da koparamıyorlar, dersiniz.

Sorular ki akar gider sonsuza…

Bir yanıt yazın