Türk’ün milli dini!

Türk’ün milli dini!
Geçenlerde uzun zamandır aradığım bir kitabı bulmanın sevincini yaşadım birkaç gün boyunca. Hangi kitap mı? A. İbrahim imzasıyla 1934’te Türkiye Matbaası’nda basılan (ama 1931’de kaleme alınan) Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini adlı bu 90 sayfalık kitapçığın önemi, yazıldığı tarihten bugüne kadar tartışageldiğimiz dini bahislerin hemen tamamını daha o yıllarda en keskin hatlarıyla ifade etmiş ve bir milli din kurma projesini en cesur kelimelerle dile getirmiş olmasından gelmektedir.

Dinin olmazsa olmaz şartlarından inanç ve amel esaslarının katı pozitivist bir tutumla inkarının nasıl sözde dini gerekçelerle temellendirildiğini (!) okuyunca projenin ilginçliği bir kat daha artıyor. Artmakla da kalmıyor, bugün dinde reform isteyen birtakım cahil cühelanın öne sürdüğü gerekçelerin nasıl iddia ettiklerinin tersine bilimsel bir temel taban tabana zıt bir noktada merkezleştiğini de görmek fırsatını yakalıyorsunuz. Velhasıl tam 65 yıl önce yayımlanan (ama 68 yıl önce kaleme alınan) bu kitabın, aynı yıllarda çıkan, mesela Dücane Cündioğlu’nun sözünü ettiği Hz. İbrahim’in Türk olduğunu ispatlayan kitapta en müşahhas örneğini gördüğümüz Araplaştırılmış bir dinin Türkleştirilmesi çabasının devamı olduğunu söyleyebiliriz.

Halen devam etmekte olan bu projenin günümüzle bağlantısını kurabilmeniz açısından sizi bu ilginç kitapla tanıştırmak istiyorum:

Davasını kitabının başında şu sözlerle ortaya koyuyor yazar:

“İçtimai Nizamın her sahasında tekamülü esas ittihaz ediyoruz da dinde tekamülü hiç aramıyoruz… Halbuki din, milletlerin benliğine müessir olan en mühim içtimai bir hadisedir. Bu vaziyet karşısında bizim için gayri milli olan islamiyet dini yerine [dikkat buyurulsun; yazar “nizam” kelimesini büyük harfle başlatırken “İslamiyet”i cins isimmiş gibi küçük harfle başlatarak yazarak niyetini daha ilk cümleden ele veriyor! -M. A.] milli ve mütekamil bir dinin vücuduna çalışmak zarureti hasıl oluyor. İşte ben dinin zaif cihetlerini göstererek mütekamil bir din hangi esasa müstenit olmalıdır? Bunu izaha yelteniyorum.”

A. İbrahim, kafasındaki “mütekamil din”in milli ve ahlaki esaslara dayanması gerektiğini söyledikten sonra bu milli din fikrinin gerçekte fikri değil, romantiklere daha yakın anlamda duygusal bir seziş olduğunu itiraf ediyor açık yüreklilikle. “Milli din fikri bir duygu mahsulü olduğu için onu hiçbir ilmi ve felsefi esasata istinat ettirmeye ne yeltendim ve ne de lüzum gördüm.”(?) Ne gariptir ki yazar birazdan İslam’ı bilimsel olmadığı için eleştirecektir!

Bundan sonra dini sembollerin yerine milli sembollerin geçirilmesine sıra gelmiştir. Mesela yazarımıza göre kıblenin değiştirilmesi milli bir din vücuda getirmenin ön şartıdır: “Biz Arap harsından tamamiyle sıyrılmak ve milli benliğimize hakim olmak için mutlaka cenuba (güneye) boyun eğen mihrabı değiştirmeliyiz. İçtimai hayattan kalkması hiçbir zaman temenni olunmayan din baki kaldıkça mutlaka mihrabımızı Sakarya’ya tevcih etmeliyiz.”

Mihrabın yönünü Mekke’den Sakarya’ya çevirmeye muvaffak olduktan sonra yazar, “Türklüğe tapmak” şeklinde koyar yeni dinin umdesini. Hayır, yanlış okumadınız, aynen “Türklüğe tapmak” diyor. Ardından Luther’e yaptığı atıfla Protestan bir İslam’a duyduğu hasreti dile getirir. Allah’ı, peygamberleri, melek, şeytan, cennet, cehennem, Allah kelamı gibi bir dinin inanç esaslarını “mahiyeti anlaşılmayan” mevhumat cümlesinden sayıp inkar eder ve Yaratıcı ile yaratık arasına giren engeller olarak görür (s. 71). Artık perşembenin gelişi çarşambadan belli olmuş olmalıdır: A. İbrahim, camilere sıra konulmasını ve orada musıki icrasını teklif ettikten sonra milli dinin esaslarını ahlak, ilim, halkı irşad, musıki ve milli lisanın hakimiyeti şeklinde kaydeder.

Ahlakın aşkın bağlarından kopartılarak Kant’ta olduğu gibi içkin ve laik, aynı zamanda da milli bir ahlak şeklinde tanımlanmasından da anlaşılıyor ki, bu yeni milli din, aslında bir milli ve dünyevi ahlak nizamından başka bir şey değildir: “Din artık ihtimalilikten, semavilikten kurtulmalıdır. Din hakikati ve kat’iyeti ifade eden yeryüzü dini olmalıdır.” (s. 79-80).

Artık epeyce anlaşılmış olmalı bu milli din projesinin ana hatları: Geleneksel bütün bağlarından soyulmuş, efsununu yitirmiş, insan-üstü hiçbir cazibesi kalmamış, ahlaka ve milli hayata indirgenmiş, bilimsel bir yeryüzü dini. Bu din için cuma namazı yerine Türkleşme Ocaklarında her hafta dini merasimlerin yapılacak olmasına bakılırsa, bir nevi Auguste Comte’un Pozitif Dini’nden de etkiler taşıyan bu yamalı bohça projenin pratik teklifleri belki tutmadı lakin getirmek istediği zihniyet itibariyle hiç etkisi olmadığı da söylenemez. 28 Şubat sonrasında ikide bir gündeme sürülen Türkçe ibadet, Arap dininden kurtulmak, Türk Müslümanlığı gibi hiçbir içerik derinliği olmayan tartışmaların -hoş, derinlik kimin umurunda?- Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini adlı kitaptakilerden sadece ve sadece daha kafa karıştırıcı ve mütereddit bir tonda işlendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Klasiklere dönüş

Bir zamanlar Türk klasikleri denilince Varlık Yayınları’nın hazırlattığı el kitapları gelirdi akla, Batı klasikleri denilince de, Altın Kitaplar. Daha eskiden Remzi, Hayat, Bateş, Ahmet Halit Kütüphanesi gibi yayınevleri de vardı. Sağcı yayıncılar ise sanki cüzzamlıdan kaçar gibi yanlarına yaklaşmazlardı klasiklerin. Sonra bazı yayınevleri, doğrudan tercüme yoluyla olmasa da uyarlamalar ve kendilerine göre kısaltmalarla yayınlamaya başladılar Batı klasiklerini. Bu durumda eserin en can alıcı veya mesaj taşıyan bölümleri okuyucuya sunuluyor, geri kalanları en azından yararlı bulunmuyordu.

Nihayet yakın yıllarda doğrudan tercümeler de çıkarmaya başladı. Özellikle Tolstoy’un keşfi birçok yayınevi için çok bereketli bir çığır açtı. Bir kısmı eski, bir kısmı da yeni harflerle yapılmış çevirilerin sadeleştirilmesi suretiyle okuyucuya ulaştırıldı (halen bu süreç devam ediyor). Eleştirilecek taraflarını bulsam bile bunun da bir hizmet olduğu kanaatindeyim.

Sonuçta yayıncılar iyi koku alır. Okuyucu profillerinde bu yönde bir istek dalgasının kabardığının farkına varmasalardı bu eserleri de basmazlardı, tıpkı eskiden olduğu gibi. Artık okuyucu, Türkiye’de gelip geçici akımların tasallutundan usandığı için olacak klasiklere yönelmiş görünüyor. İnsanlık tarihinin ışık bahçelerinde tarhlarını kurmuş bu nadide eserler hiçbir zaman oltanızı boş çevirmez çünkü.

Gerek dünya klasiklerini, gerekse kendi klasiklerimizi düzenli olarak yayımlamaya başlayan bir yayınevinden bahsetmek istiyorum: Şule Yayınları. Şimdiye kadar Tolstoy, Jack London, Makyavelli, Konfüçyüs, Daniel Defoe gibi Batı klasikleri yanında İbnü’l-Cevzi gibi bir İslam düşünürünün kitaplarını da basan Şule Yayınları, sevgili dostum Hüseyin Yorulmaz’ın editörlüğünde “Bizim Klasiklerimiz” adlı bir diziye başladı. Divan edebiyatından yeni Türk edebiyatına pek çok edebiyatçımızın hayatı ve eserlerinden seçmeleri şık baskılarla sunan Şule Yayınları, diziye yeni kitaplar ilave etmeye niyetli. Bu gidişle önümüzdeki yıllarda zengin bir edebiyat sofrası açılacak önümüze. Haydi hayırlısı!

Bir yanıt yazın