Osmanlı: Keşfi devam eden bir kıta
Yoksa Suriye ve Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından sırasıyla 1516 ve 1517’de fethinin Osmanlı Devleti’nin yükselmesinde İstanbul’un fethinden daha büyük rol oynadığını iddia eden ünlü tarihçi Fernand Braudel haklı mıdır? Yoksa Osmanlı Devleti en geniş sınırlarına zannedildiği gibi Kanuni döneminde değil de, torununun oğlu olan III. Mehmed zamanında Eğri’nin fethiyle mi ulaşmıştır? Yoksa umumi kanaatin aksine Osmanlılar Avrupa’daki teknolojik yeniliklere kapanmamış, Osmanlı Devleti’ne ambargo koyanlar Avrupalılar mı olmuştur?
Tarihi sürekli yeni sorularla çeşitli noktalarından deşmek, göze görünmeyen veçhelerine çapraz zaviyelerden ışıklar tutmak ve algılama kalıplarımızı sürekli diri tutmak, hatta yıkamak, arındırmak bir zorunluluk olarak dayatıyor kendisini. Aksi halde tarihi olmuş bitmiş ve kemale ermiş bir bütün, sonradan dokunulamayacak sihirli bir kristal avize gibi telakki etmek bizi ciddi yanılgılara sürükleyebileceği gibi, sürekli farklılaşmalara muhtaç olan bakış açılarımızı dondurmak tehlikesine de gebedir.
Öyleyse Braudel’le birlikte gür bir sesle haykıralım: Tarihi, bugünü anlamlandırmak için anlamaya çalışırız. (Başka türlü tarihin herhangi bir cazibesi olabilir miydi bizim için?) Bugünü anlamlandırabilmek için de bütün dünya tarihine seferberlik ilan etmek zorundayız.
Osmanlı’yı doğru anlamak, bu bakımdan, kendimizi doğru anlamak, bugünümüzü asli mahiyeti içinde kavramak için gereklidir. Üstelik Osmanlı’nın anlaşılması yalnız bizim için değil, Balkanlar ve Orta Doğu’nun tarihini anlamak için, giderek külliyen Avrupa ve modern dünyanın tarihini anlamak için de vazgeçilmez önemdedir.
Mesela bizim tarihlerimizde Demirbaş Şarl diye bilinen İsveç Kralı XII. Charles tahtını kaybedince yardım için Osmanlıların desteğini almak üzere İstanbul’a gelmiştir. Fakat burada rahat durmamış (o kadar ki ünlü Voltaire bile şikayet etmiştir onun sırnaşıklığından) ve yıllar yılı Osmanlı yönetimini Ruslara savaş açmak için kışkırtmaya çalışmış, akl-ı selim sahibi devlet adamlarımız kendisine kulak asmayıp memleketine gönderilmek istenince de maiyetiyle birlikte ufak çaplı bir isyan çıkarmış, çatışmalar sırasında bazı yeniçerilerin şehit olmasına yol açmıştır. Halk da bıkmıştır artık bu sabık Kral’dan. Kahvehanelerde, “Elin gavuru bizden yardım istemeye geldi; ama başımıza kaldı, demirbaş kesildi mübarek!” yollu sohbetlere konu olmuş ve adı oradan Demirbaş Şarl’a çıkmıştır.
Demek oluyor ki Osmanlı tarihi, dünya tarihinden kopuk ele alınamayacak kadar karmaşık bir ilişkiler yumağı teşkil etmektedir. Bu yumağın içerisine girilmedikçe de nafiz çözümlemelere ulaşmak mümkün olmamakta, tarihin çarpıtılmış bir sureti üzerinde kısır ve sığ tartışmalara kalmaktadır meydan.
Kabaca yapa geldiğimiz yükselme-duraklama-gerileme dönemleri şeklindeki bölümlemenin Osmanlı’yı anlamamızın önünde duran en inatçı engellerden biri olduğunu söylesem şaşırır mısınız?. Bir lise öğrencisinden padişahların isimlerini saymasını istediğin, iyi kötü Kanuni’ye kadarkileri sayabildiğini göreceksiniz. Belki çok şanslıysanız Deli İbrahim, II. Mahmut gibi bir ikisini daha sayabilir; ama o kadar. Bu, Osmanlı tarihi meraklıları için de ilgilerini ölçmek bakımından uygun bir testtir.
Oysa bu “sayamadığımız” döneme daha yakından bakacak olursak onun tam 350 yıl gibi bir devletin hayatında korkunç denilecek derecede uzun bir zaman dilimini kuşattığını görürüz. Bu 350 yıl sanki hiç yaşanmamış veya ilgilenmeye değer bir başarı üretilememiş gibi davranmak, en başta bir gerilemenin nasıl olup da 3,5 asır (devletin yarı ömründen fazla bir müddet!) sürebildiğini açıklayamaz. Oysa tarihimizin ve bugünümüzün şifresi asıl bu 3,5 asır içinde saklıdır. Ancak onun gizli ilmiklerini çözmeyi başardığımızda bugünümüzü hazırlayan ipuçlarını da ele geçirebiliriz.
Velhasıl, keşfinin bir asırda bitirilemeyecek kadar engin bir kıta olduğu anlaşılmış durumda bugün Osmanlı tarihinin. Muhtemelen insanlık tarihinde en son keşfedilen kıta olarak da 21. yüzyıl tarihçiliği için giderek büyüyen bir cazibe adası olmaya devam edecektir. Braudel’e bir defa daha kulak kabartalım isterseniz: “Osmanlı İmparatorluğu. Büyük bir historiyografi sorunu, müthiş bir belirsizlik bölgesi.”
Henüz bu bakir kıtanın, buz dağı misali, görünen kısmıyla meşgul olduğumuzu kabul edelim…