• Home
  • Yazılar
  • St. Petersburg’da bir Osmanlı hamamı bulmuştum

St. Petersburg’da bir Osmanlı hamamı bulmuştum

Çarskoye Selo, Türkçesiyle, Çarköy’deyiz. Burası devasa boyutlarda bir park ve içinde binbir çeşit ağaç, çeşitli medeniyetlere ait kasır ve köşkler, canfeza köprüler, dilara göller, antik döneme atıfta bulunan çeşitli anıt kopyaları ve Rus tarihinin şanlı hatıralarını canlandıran eserlerle donatılmış durumda.

Göl kenarında rastladığımız Çeşme Baskını Müzesi’ndeki incelememizi müteakip ünlü Çeşme (veya Mora) Anıtı’na yaklaşıyoruz. Bir adanın ortasında ulu bir sütun ve üzerinde bir kartalın pençesinde tuttuğu av dikkatimi çelmeliyor. Anlıyorum, ‘Kartal’ Rusya, peki av kim? İşi yavaş yavaş çözüyorum. Bu göl de Akdeniz’i simgelemiyor mu? Öyleyse? Öyleysesi şu: Ruslar 1770 yılının 21 Temmuz’unda Akdeniz’e girip donanmamızı imha ettiklerinden o kadar gururlanmışlar ki, bu anıtı kondurmuşlar göletin ortasına.

Çeşme Baskını meselesine girmek istemiyorum ama maalesef bu gerçekten de trajik olayın mahiyeti ülkemizde o kadar az biliniyor ki, insan üzülmeden edemiyor. Oysa Ruslar için Çeşme, sadece tatil cenneti değil; “Çeşme” onların nazarında tarihlerinin kritik hamlelerinden.

O tarihte Rus donanması, Mora yarımadası önlerinde çekilmek zorunda bıraktığı Müezzinzade Ali Paşa komutasındaki Osmanlı filosunu Çeşme limanına sıkıştırmış ve hemen tamamını, Trafalgar’da İngiliz amirali Nelson’un Napolyon komutasındaki Fransız donanmasına yaptığı gibi bir ateş gemisiyle yakarak imha etmiş ve Rusların Akdeniz’de önü bu mucizevî başarıyla açılmıştı. Ancak Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın insan-üstü gayretleriyle Akdeniz’e yönelik bir Rus istilasının önü alınabilmişti.

Ancak bırakın bir Çeşme Deniz Müzesi yapmayı, tarihimizin bu kritik olayı üzerinde yeterince çalışmış dahi değiliz. Oysa şimdi batıklar üzerinde yapılacak deniz altı araştırmalarının bulgularından rahatlıkla bir müze oluşturulabilir ve Petersburg’daki kardeşinin yalnızlığına son verilebilir.

Gölün etrafındaki turumuz devam ederken, aniden göz göze geliyorum onunla. Minare ve kubbeli göz kırpıyor bana. Rusya’nın ‘Avrupa’ya açılan penceresi’nde bir cami karşılıyor beni? Olacak şey mi?

Kapısına doğru seyirttiğimi fark edenler uyarıyor: “Uzun yıllardır kapalı. Hiç açık görmedik.” Dışından bakabilirmişiz ancak.

Umutlarım keyifsizleşiyor. Bu kadar kuzeye çıkıp da bir Osmanlı eseri görmüşken, ziyaret edip elini öpmeden ayrılmak biraz ayıp olmaz mıydı? Kapıyı yokluyorum. Dolanmış bir telle bağlanmış köhne ahşap kapının aralığından içeriye bakmaya çalışıyorum. Gördüğüm tek şey, sağ duvardaki bir Osmanlıca kitabe. Merakım çıldırıyor.

Kim yaptırmış olabilirdi bu camiyi burada? Maksadı neydi? Nasıl izin verdi Ruslar bu ‘özel’ mekâna böylesine itinalı bir camiye? Üstelik yine Petersburg’da Tatar Camii Moğol-Timurî mimarisini yansıtırken, bunun tipik Osmanlı mimarisi üslubunda yapılması garip değil miydi?

Anahtar bulunuyor

Tam bu düşünceler zihnimde resm-i geçide başlamıştı ki, 50’sinde var yok kirli sakallı biri yaklaşıyor yanımıza. Cebinden bir tomar anahtar çıkarıyor. Hayret dolu nazarlarımız önünde ağır hareketlerle kapıdaki kilidi açıyor, teli söküyor ve giriyor içeriye. Tabii ben de arkasından. Adam hiç oralı olmuyor, sanki bunca yıldır gelmemi bekliyormuş, sanki geleceğimden haberliymiş ve sanki randevulaşmışız gibi.

Giriş kısmında kapı aralığından göremediğim kitabeler de selamlıyor beni. Hem de bir iki değil, duvarlar dolusu, galeriye resimler nasıl yan yana asılırsa, öyle.

Okumaya çalıştığım biri, Kırım’dan getirilmiş bir tekkeye ait. Bir başkası, Balkanlardan çeşme kitabesi. Cami kitabeleri de var ama bu içerisinde bulunduğumuz caminin kendi kitabesi nerede sahi? Bir Osmanlı eseri olsaydı, mutlaka kitabesi olurdu. Önce onu bulmam lazım. Ama nerede?

Bir cami olduğunu zannederek girmiştik içeriye; gelin görün ki, cami yerine, çeşmeler karşıladı. Kurnalar, musluklar, kitabeler ve tavandan mı, duvarlardan mı döküldüğü belli olmayan taşlar, tuğlalar, sıvalar, mermer parçaları yerlerde sürünüyor. Okuduğum kitabelerin tarihleri de bir tuhaftı. Aralarındaki zaman farkı bazen 100, hatta 200 seneye kadar çıkabiliyordu. Bu imarethane kitabesinin şu süslü püslü çeşmenin başında işi neydi Allah aşkına?

Zamanlar, mekânlar, binalar, kitabeler, harç ve çorba kokularıyla çeşmelerden damlayan su sesleri birbirine karışıyor bu ‘garip’ mekânda ve alışılmışın çok haricinde bir amalgam oluşuyor. Andrey Belly’nin öncülüğünü yaptığı postmodern romana gölgesini cömertçe salabilecek bir Kitsch duvarına tosluyorum. “Allahım, neredeyim ben!”

O sırada yerden tabloid boy gazete büyüklüğündeki bir kâğıdı kaldırdığını görüyorum adamın. Ne olduğunu merak edip yanına yaklaşıyorum. Adam, tam bir Şarklı rahatlığı içinde, “Alın, sizin olsun!” diye bana veriyor. Bu bir piyango neredeyse! Binanın resmi restorasyon projesi olduğunu üzerindeki imzalardan anlıyoruz; aslında buranın yakında restorasyonuna başlanacağı müjdesini bekçinin ketum ağzından nasılsa söküyoruz.

Yıkık duvarlar, çökmüş pervazlar, dökük çiniler… Tıpkı Osmanlı çinileri gibi; fakat son devir eseri oldukları her hallerinden belli. Fakat ya şu dışarıdaki minare? İçi cami olmadığına göre o neyi simgeliyor? Bir hamamın kubbesindeki minare ne arıyordu?

Sarı bir çizgidir Petersburg’da ufuk; kuşların kanatlarıyla çizilen…

Bu minare, bu ne olduğunu çözemediğim bina, bu kıyısında bir namazgâh suskunluğunda bekleyen göl… Gül mevsimi çoktan veda etmiş ömrüne. Sincapların gölgeleri saçlarımda.

Ezan okunmayan minare

Dönüşte dalıp gittiğim Rus mimarisi tarihlerinde “Turkish Bath” adıyla geçen bu ilginç binanın aslında ne cami, ne de hamam işlevi bulunduğunu, Çariçe II. Katerina’nın devletin vizyon ve ihtişamını göstermek amacıyla düzenlediği kültürel seferberliğin bir parçası olarak parkta tarihin çeşitli katmanlarından parçaların –bazen eskitilmek suretiyle, bazen de işlevsiz bir müze objesi sıfatıyla- bir sergi unsuru olarak tasarlandığını öğreniyorum. Bir İtalyan mimara yaptırılan hamam/cami için Rusların işgal ettikleri Osmanlı topraklarındaki binalardan söküp getirdikleri sanat değeri taşıyan parçalar bu esere monte edilmiş. Elbette minare, bir süsleme unsuru bu “Türk pavyonu”nda (Turkish pavillon). Üzerinde hiç ezan okunmayan ve zaten ezan okunması için tasarlanmamış bir minare bu. (Minarenin anlamına dair bir kuyu açılıyor zihnimde. Günümüz camilerini düşünüyorum. Durum farklı mı?)

Restorasyonda 2002’deki ziyaretimden beri geçen sürede hangi noktaya gelindi, bilmiyorum. Ancak Çin, Hint ve Mısır medeniyetini temsil eden eserlerin de sergilendiği bu parktaki Türk Hamamı, birbirleriyle konuşmaya can atan iki ülkenin buluşacakları bir mekân halinde yeniden tasarlanırsa gayet hoş iş olur. Zaten içi bir galeri tarzında döşenmiş bulunan binada Osmanlı-Rusya ilişkilerine dair belgeler, yazışmalar, gravürler, Petersburg sefirlerimizin fotoğrafları gibi malzemeler sergilenebilir. Çeşme Baskını Müzesi’nin yanı başında, bu defa iki ülkenin ilişkilerine dair unsurların bir arada sunulduğu bir kültür merkezi anlamlı olacaktır. Büyük ölçüde yazın açık olan parka, en azından Türkiye’den gidecek misafirler için ilginç bir köşe minderi konulmuş olur. O mindere oturup şehirle konuşmaya başlayabilirsiniz.

Şehirlerin diyaloğu bizimkinden çok daha yoğun ve karmaşık. Onların bilgeliklerinden öğreneceğimiz çok şey var. Türk Hamamı, bu dilin öğrenilmesi ve yeniden konuşturulması için elverişli bir çıta sunuyor bizlere.

Victor Hugo şehrin binalarla yazılan bir yazı olduğunu tespit ederken haklıydı. St. Petersburg’daki bu Türk Hamamı, şehrin hafızasına hangi mesajları yazmıştı acaba? Keşfe değmez mi?

(Petersburg’u merak edenler Petersburg’da Osmanlı İzleri adlı kitabımı okuyabilirler.)

Bir yanıt yazın