1950 yılının 29 Mayıs günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihî oturumlardan birine sahne olmaktadır. Dışarıda kalabalık bir halk topluluğu, içeride çoğunluğu CHP’li seçkinlerin “Hasolar ile Memolar” diyerek küçümsedikleri halkın vekilleri, çiçeği burnunda Başbakan’ın açıklayacağı hükümet programını tarifsiz bir heyecanla beklemektedirler.
TBMM gerçi bu tarihten tam 30 yıl önce, 23 Nisan 1920’de açılmıştır ama 14 Mayıs 1950 günü yapılan 9. genel seçimlere kadar o çok sözü edilen “irâde-i milliye”, yani milletin iradesi seçim sandıklarına bir türlü yansıtılamamış, Cumhuriyeti demokratikleştirmek, yani asıl hedef olan halkın malı haline getirmek o zamana değin mümkün olamamıştır. Böylece 1950 yılında milletvekili seçilenler, tarihte ilk defadır ki, kelimenin gerçek anlamında “milletin vekili” olmuşlardır. Halk da yine ilk defa kendi iradesinin siyasî planda gerçekleştiğine tanık olmuştur.
Nitekim o günlerin bir dergi sahibi, Tahsin Demiray bu meclisi “Milletin iradesinden doğan bu 9. meclisi biz, hakiki bir TBMM olarak selamlıyoruz” şeklinde nitelendirmekteydi. Yazara göre daha önce görev yapan 8 meclis –ünlü birinci Meclis de dahil-, “bir diktatörlük hizbi”nin elinde kalmış ve bu yüzden de görevini hakkıyla yerine getirememişti.
Konuşmaya hazırlanan 51 yaşındaki sempatik Başbakan, notlarına son bir kez daha göz attıktan sonra Meclis Başkanı Refik Koraltan’ın çağrısıyla kürsüye çıkmış ve kendisine kulak kesilen milletvekillerine olduğu kadar umudunu ona bağlamış olan Türkiye’ye de ilk mesajını şu sözlerle vermiştir:
“Tarihimizde ilk defadır ki, yüksek heyetiniz millî iradenin tam ve serbest tecellisi neticesinde millet mukadderatına hâkim olmak mevkiine gelmiş bulunuyor. 9. Büyük Millet Meclisinin azaları olan sizleri, Türk milletinin hakiki mümessillerini selamlamakla derin bir gurur ve iftihar duymaktayım.”
“Tarihimizde ilk defa…” “Millî iradenin tam ve serbest tecellisi…” “Milletin mukadderatına hâkim olmak… ” “Türk milletinin hakiki mümessilleri (temsilcileri)…”
Bu gayet bilinçli seçilen sivri ama manidar ifadelerin her biri, artık kapanmış bulunan Tek Parti döneminin seçimlerde enkaz haline gelmiş bulunan kalesine, yani CHP’nin siyasî mirasına birer balyoz gibi inmekte, her haliyle Türkiye’nin tarihinde yeni ve beyaz bir sayfanın açıldığını müjdelemektedir.
Acaba sevinmek için biraz acele mi etmiştir çiçeği burnunda Başbakan? Kim bilir…
14 Mayıs ‘demokrasi bayramı’ olarak kutlanmalıdır
Açıkça 1950 seçimlerine kadar ‘sözde seçilmiş olan’ ama 1920’deki ilk Meclis dışında aslında hep yukarıdan atanmış olan milletin temsilcilerinin “sahte” veya “gölge” olduklarını açıkça beyan edebilen bu sarsıcı sözlerin sahibi, bu kelleyi koltuğuna alıp da konuşan Başbakan, kim bilir hangi kapanmamış defterlerin muhasebesini yapmak iddiasındadır?
Ve ne cür’etle? Ayrıca kime güvenerek?
Sarf edilen ilk cümlelerin ardından birilerinin zihinlerindeki yaprakların altlarında karanlık kımıldanmalar başlamıştır ya, biz yine kürsüde konuşan ‘Başvekil’e dönelim ve bakalım başka hangi sarsıcı fikirleri dile getirmiştir o hükümet programında? Şunları mesela:
“…Artık memleketimizde normal siyasî hayat başlamıştır. Şüphe yok ki, 14 Mayıs, bir devre son veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihî bir gün olarak daima anılacaktır. Bu tarihî günün hatırasını yalnız Partimizin değil, Türk demokrasisinin bir zafer günü olarak yad ediyoruz.”
Ülkemizde ‘normal’ siyasî hayatı başlatmış olan 14 Mayıs seçimleri, CHP’nin 27 yıllık Tek Parti yönetimine son vermekle kalmamış, aynı zamanda siyasette yepyeni bir sayfa da açılmasını sağlamıştır. Bu yüzden de müstesna önemde tarihî bir olaydır. Hem Demokrat Parti eliyle başarılmış olsa bile, bu başarı gerçekte Türkiye’nin bir başarısı olarak ayakta alkışlanmalı değil midir?
Elimde Celâl Bayar’ın 3 Eylül 1949’da Ödemiş’te yaptığı konuşmanın broşürü var (İzmir, 1949, Vural Basımevi). Bu 16 sayfalık “Nutuk”, bize o günlerin havasını soluma imkânını vermesi bakımından çok önemli bir belge hüviyetindedir.
Bayar’ın konuşmasına bakılırsa CHP 1949 yılında Ege’nin elden gittiğini fark edip son bir hamle olarak bir çıkarma yapmak ihtiyacını duymuştur. “Ege’yi fethetmek” diye özetlenen bu çıkarmanın esasında iktidara yürüdüğü belli olan Demokrat Parti’nin önünü çevirme çabası olduğu besbellidir. Ancak şaşırarak bilmemiz gerekir ki, CHP için 1949’da Ege’ye gitmek, şimdilerde “Diyarbakır’a gitmek” neyse oydu. Açıkçası biraz cesaret isterdi.
Bu ayrıntıyı şunun için önemsiyorum:
Cumhuriyet Halk Partisi kuruluşundan itibaren Demokrat Parti’nin halktan gördüğü muazzam ilgi karşısında halktan koptuğunu nihayet fark edip 1948 Kurultayı ile birlikte karşı atağa geçmişti. Ne yazık ki çok geç kalmışlardı. Yıllar yılı devleti partiye kelepçeleyerek vatandaşın nefes almasını dahi imkânsızlaştıran çelik idare, şimdi toprağın bir hali gibi ayağının altından çekilmekte olduğunu görüp toparlanmak istiyordu ama nafile!
Bu ülkenin CHP’nin malı olduğu ve ona emanet edildiği düşüncesinden zinhar vazgeçmeyenleri bugün de görmüyor muyuz? İşte Celâl Bayar’ın Ödemiş konuşması bu sözde hakkı sorguluyordu:
“Millet iradesine boyun eğmek istemeyenler, vatandaş hak ve hürriyetlerinin üzerine oturanlar Demokrat Parti’nin millet hakimiyeti davası ile siyaset sahasına girişini sarih (apaçık) haklarına yapılmış bir tecavüz addederek daha ilk günden [faaliyete] başlamışlardı. Bu hakkı nereden almışlardı? Bu bir FETİH HAKKI mıydı? Yoksa kendileri bu ülkeyi idare için Allah tarafından mı gönderilmişlerdi? Yoksa kendilerini bu memlekete ve bu milletin mukadderatına bi’l-irs ve’l-istihkak (kalıtımsal ve öz hak edişleri olarak) sahip ve hâkim mi farz ediyorlardı?
İsterseniz son cümleyi, ‘Ülke ve milleti babalarının malı mı sanıyorlardı?’ şeklinde de yuvarlayabilirsiniz.
Rehinden kurtarılacak ülke
Celal Bayar’ınkilere eklenecek en yakışır söz, herhalde 14 Mayıs’ın diğer mimarı Başvekil Adnan Menderes’in 1954 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşma olacaktır. Aşağıdaki konuşma metninden anlaşılacağı üzere Menderes aslında hangi kurtlarla dans ettiğini gayet iyi biliyordu. “Bizim bütün günahımız, iktidara gelmemizdir” diyor ve ekliyordu:
“Affetmez bir kin, bizi bu günahımız için ölünceye kadar takip edecektir. Ağzımızla kuş tutsak, Allah’ı semavattan şahit diye yerlere indirsek, kabul etmelerine imkân yoktur. Çünkü onları tatmin edecek olan hırs, sadece iktidara gelmekten ibarettir. Bunda da onları haklı görmek lazımdır. Çünkü uzun seneler, bir HAKK-I FETİH olarak bu memlekete sahip oldukları zannında olanlar, hayatlarının ileri devresinde ruhlarına girmiş olan bu kanaati değiştirmek imkânını bulamazlar.”
Hastalığın teşhisi buydu. İşte tam da bu yüzden Türkiye’deki demokrasi mücadelesi Batılı örneklere bakılarak açıklanamaz.
Bu mücadele, sağ ile sol veya muhafazakârlar ile demokratlar arasında geçmez. Ülkeyi ve milleti bir FETİH HAKKI olarak kendi varlıklarına emanet edilmiş veya diğer deyişle “babalarının malı gibi” görenler ile ülke ve milleti sahte turtarıcıların rehininden kurtarmak için uğraşan milletin mücadelesidir.
Nitekim romancı Halide Edip Adıvar 1950 yılında 14 Mayıs’ın Demokrasi Bayramı olarak kutlanması için önerge verenler arasındaydı.
Velhasıl 14 Mayıs, sadece bu mesajı verdiği için dahi hatırlanmaya değer mübarek bir gündür. Milletin haysiyetini rehinden kurtardığı gün başka bir deyişle…
“DP’nin iktidara gelmesi 19 Mayıs’tan önemli”
Milliyet’in eski sahibi Ali Naci Karacan 1950 seçimleri sonrasında Demokrat Parti’nin en koyu destekçilerinden biri olmuştu. 14 Mayıs 1952 tarihli başyazısında şöyle demişti:
“14 Mayıs demek Türk milletinin bütün tarihinde ilk defa olarak doğrudan doğruya millî hakimiyetine gerçekten sahip olmağa başladığı gün demektir. Onun içindir ki, 14 Mayıs’ın milletimiz için ehemmiyeti, Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs’tan, Kurtuluş Savaşının zaferle neticelendiği günün tarihi olan 9 Eylül’den, Osmanlı İmparatorluğunun tasfiye edilerek yeni Türkiye devletinin siyasî ve hukukî temellerinin atılma tarihi olan 24 Temmuz’dan [yani Lozan Antlaşması’ndan], nihayet Cumhuriyetin ilân tarihi olan 29 Ekim’den, şimdi hâtırımıza gelen ve gelmeyen ve her biri milletimizin hayatında ayrı ayrı merhaleler vücuda getiren vakıaların hepsinden daha mühimdir.”