CHP’nin Dokuz İlkesi’ne Hilafeti korumak dahil miydi?
Yıl 1923… Günlerden Ekim ayının 29’u… Yer TBMM…
Cumhuriyet’in ilan edileceği gün 1921 Anayasası’nda yapılacak değişiklikler arasında birisi özellikle dikkat çekiyor. 1921 Anayasası’na daha önce konulmamış olan dinle ilgili bir madde değişiklik paketiyle birlikte geçiyor. Buna göre anayasanın 2. maddesinin yeni şekli şöyle olmuştur: “Devletin dini, din-i İslamdır.” Bu madde Hilafetin kaldırılmasından sonra kabul edilen 1924 Anayasası’nda da yer bulacak ve 10 Nisan 1928’deki değişikliğe kadar yaklaşık 5 yıl daha yaşayacaktır.
Tuhaf görünüyor. Ama değil. Neden?
Düşünün bir: Osmanlı’dan kopuşun miladı sayılabilecek, hele Hilafet ile Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin lağvedilip medreselerin kapısına kilit vurulduğu bir yılda, yani din-devlet ilişkilerinin son derece gerildiği 1924’de yeni bir anayasa yapılsın ve daha önce mevcut bulunmayan devletin dininin İslamiyet olduğunu belirten madde, yeni yapılan anayasaya ilave edilsin.
Üstelik de Gazi Mustafa Kemal’in 8 Nisan 1923 tarihinde, kurulacak olan CHP’nin esasları olarak belirlediği ünlü Dokuz Umde’nin (Dokuz İlke) 5. maddesinin tefsir ve tasnifi metninde bugün bize şaşırtıcı gelen bazı ifadeler göz çarpmaktadır. Kâzım Karabekir’in kitabından aktaracağım bir kaç satır fikir vermek için yeterli olacaktır:
İstinadgâhı [dayanağı] Türkiye Büyük Millet Meclisi olan makâm-ı Hilâfet [Hilafet makamı] beyne’l-İslâm [Müslümanlar arasında] bir makarr-ı muallâdır [yüce makamdır]. İslam dininde bütün namazlar cemaatle eda olunur. Cemaatin bir başı vardır ki, cemaati terkip eden bütün ferdler ona bağlanırlar. Bu suretle imam, cemaatin timsali olmuş olur… İslamiyette bundan başka bir de büyük bir dayanışma vardır ki, bütün ümmeti tek bir ruh haline getirir. Bunun şekli de bütün imamların, manevî bir surette bir imam-ı ekbere [en büyük imama] iktida eylemesidir [uymasıdır]. İşte bu imamlara “Halife” nâmı verilir… Bundan dolayıdır ki, bütün İslam âlemi Halife meselesinde alakadârdır. Yeryüzünde bir Hilafet makamı bulunmazsa İslam âlemi kendisini imamesiz kalmış bir tesbih gibi dağılmış, perişan görür… Buna binaen Türkiye Büyük Millet Meclisi bizzat Halife hazretlerini muazzez ve muhterem makama istinadgâh yapmıştır.[1]
Hatta o günlerin gazetelerini inceleyenler, Çankaya Köşkü’nün bahçesine çifte minareli bir cami yapılmasından bahsedildiğini görecek ve iyiden iyiye daha şaşıracaklardır… Çankaya’ya cami öyle mi?
Evet, 1923 Nisan’ı böylesine ‘dindar’ bir Türkiye’ye şahit olmuştu işte…
Yukarıdaki 2. madde meclisten geçtikten sonra derin bir nefes alan Karabekir Paşa, bu maddenin konulmasıyla içeride ve dışarıda ‘Türkler Protestan (Hıristiyan) oluyor’ şeklinde meseleyi istismar edenlerin susturulduğunu söylüyor: “Bu madde herkesin ağzına ve kulağına güzel bir tıkaç oldu.” Yani 1923 Türkiye’sinde Türkiye’nin Hıristiyan olmasını bekleyen iç ve dış çevreler vardır ve Mustafa Kemal Cumhuriyet’in hukukî temellerini oluştururken Müslüman kimliğini vurgulamak bir yana, onu anayasasına koymak ihtiyacını hissediyor ve dedikoduların önünü ancak böyle alabiliyor.
Burada keselim, aksi halde müstakil bir yazı olmaya doğru hızla evrilen bu metni makul ve tehlikesiz bir hudutta tutmam mümkün olmayacak.
Ancak buraya kadar yazılanlardan şunu fark etmiş olmalıyız: Yakın tarihimiz mührü açılmamış bir hazinedir. Tam bir hazine… Şimdiye kadar onun hakkında yazılanları ise hırsızların bu hazineden rastgele kaçırdıkları bazı belgelerin satırlarını sökmek şeklinde değerlendirmemiz ve işe ona göre ciddiyetle soyunmamız gerekir.
Tarihimizi yeni bir gözle, adeta sandıklar önümüze yeni yeni açılıyormuş gibi derin bir merak duygusuyla okumak, kaynakların satırlarını heyecanla sökmek ve yavuz hırsızların hafızamıza oynadıkları alicengiz oyununu elbirliğiyle bozmak için seferber olmalıyız. Aksi halde meydanı boş bulanlara kızmakla geçireceğiz ömrümüzü. Halbuki meydanları boş bırakanlar da en onlar kadar suçlu değil midir hakikat karşısında?
Kestirmeden söyleyeyim ki, benim işim hakikatle. Sadece hakikate karşı sorumlu hissediyorum kendimi. Hakkı söylemek ya da susmak arasındaki tercihimi birincisi lehine kullanmak istiyorum. Bütün mesele bundan ibaret. Bunun içindir ki, yine hakikat adına yöneltilecek eleştirilere ancak teşekkür edebilirim.
Amacım, ileride kaçınılmaz olarak yeniden yazılacak olan tarih kitaplarımızda kullanılacak malzemenin, yalnız malzemenin mi, en önemlisi olan tarihe bakış açısının da değiştirilmesi yolunda belli adımlar atabilmek.
Hedefe ulaşabilir miyim? Bilmiyorum. Benim için hedefe varmak değil, yola çıkmak önemliydi. Yolda olmak, hep yolcu kalmak, Hucvirî’nin deyişiyle, keşfü’l-mahcub, yani gizli olanın perdesinin açılması için gayret sarf etmek.
Bizi bugün içine çekmekte olan kara deliklerin fark edilip ona göre tedbirler alınmasını sağlamak başka deyişle.
Yolumuz uzun görünüyor… Umarım yolculuğumuz da öyle olur.
[1] Kâzım Karabekir, Paşaların Kavgası: Atatürk-Karabekir, Hazırlayan: İsmet Bozdağ, İstanbul 1991, Emre Yayınları, s. 136-137.