Hamide’nin hikâyesi

“İlginç olan her şey karanlıkta geçer” demiş Fransız yazar Celine ve eklemiş: “Hiç bilinmez insanların gerçek hikâyesi.” Kadınlar Günü vesilesiyle anlatacağım hikâye de son devir hayatımızın karanlıklarına gömülmüş farklı bir ömrün hikâyesi.Çocukluğumun çok sevgili Hamide Nine’sinin, daha doğrusu çilekeş Anadolu kadınlarından birinin, hakikaten ‘adı olmayan’ bir kadının hikâyesi…

İsmi muhtemelen Sultan Abdülhamid zamanından kalma. O tarihte bazı Urfalı ailelerin, evladları oğlan olursa ismini ‘Hamid’, kız olursa ‘Hamide koyma âdetleri varmış. Ona da Hamide ismini koymaları bundanmış.

Büyük dedem Abdurrahman Hoca, Urfa’da Yusuf Paşa Medresesi’nde müderris. Hacca gidiyor, 1905 olmalı. Ama oğlu, dedem Mustafa, Halep’e hacı karşılamaya gidiyor ve acı haberi orada alıyor. Babası Şam’da koleradan vefat etmiş ve cenazesi Bilal-i Habeşi’nin şimdi kim bilir ne halde olan türbesinin ‘ayak ucuna’ defnedilmiş.

Böylece dedem, annesiyle yalnız kalıyor. Bir de büyük kardeşi var, Mehmed Emin. Gencecik Hamide Nine de Mehmed Emin’in hanımı. Yeni evlenmişler, çiçeği burnunda derler ya, öyle. Derken seferberlik ilanı…. Ve kocası Mehmed Emin askerde.

Yalnız kalan Hamide’nin dramı da o gün başlıyor. Askere giden kocadan uzun zaman haber alınamıyor. Bu arada küçük yaşta ölecek olan bir çocuğu doğuyor. Yalnız bir gece yarısı oda kapısının tık tık vurulduğu ve bir erkek sesinin “Aç, benim” dediği duyuluyor. Kapıyı açıyor ki, aylardır görmediği, hatta haber bile alamadığı kocası karşısında…

Hasret yaprak yaprak dökülüyor kalbinden odanın zeminine. Lakin kocası Mehmed Emin, acı haberi sonda veriyor: Urfa’ya esir getirmekle görevlendirilmiştir. Ve sabah ezanı okunmadan ayrılmak, görevinin başına dönmek zorundadır. Adam annesine bile haber vermeyecek, geldiği gibi yine usulca koyu karanlıklara dalacaktır.

Taştan, kayadan ses gelir…

Karanlıkların yalnız kocasını değil, Devlet-i Aliyye’yi de yutacağını nereden bilebilirdi ki gencecik Hamide. Yine bir gün veya gece yine usulcacık yanına geleceği ümidiyle bekler, bekler, bekler kocasını… Lakin aylar senelere kelepçelenirken taştan, kayadan ses gelir de muradını alamadığı ilk göz ağrısından gelmez.

Hamide’nin tek çocuğu da ölmüştür. Bekler, beklerler… Gelmek bir yana, ne olduğuna dair bir haber de yoktur. Esir mi düştü? Yaralandı mı? Gelemiyor mu? Ve nihayet o kelimeyi zinhar aklına getirmiyordu ama ‘öldü mü’? Kimseden bilgi alınamıyordu.

Bu sırada babaannem de yolluyor kocası, dedem Mustafa’yı askere. O kocasız, Hamide Nine kocasız; kaynanaları İsmihan Hanım’la birlikte Hekimdede Mahallesi’ndeki evde sersefil aylar geçiyor.

Sonunda dedem askerden dönüyor, dul gelin Hamide evde. Kendi babası, Maliyede çalışan Hanefi Bey bunun üzerine kızına bu evde kalmasının uygun olmadığını, baba evine dönmesi gerektiğini söylüyor. Gelin görün ki Hamide hâlâ inanmaz kocasının öldüğüne.

Urfalı kadınlar eğer bir yakınları kayıplara karışmışsa şöyle bir yol takip ederler. Her evin bir kuyusu vardır, cumaları, cuma vaktinde kuyuya dua okuyup üflerler. İnançlarına göre sağsa kuyudan bir ses gelir veya görüntüsü suda belirirmiş. Hamide de kuyuya okumuş nice kereler. Nafile.

Ne ki, cumanın birinde bir görüntü belirmiş kuyuda. Sedye üzerinde ölü gibi yatıyormuş kocası! Artık kanaat getirmiş şehit olduğuna; yenilgiyi kabul etmiş. Dönmüş baba evine.

Hamide üvey annesi ve babasıyla evinde otururken –tabii Cumhuriyet devrindeyiz- Urfa’ya Hanefi adlı bir hakim atanmış. Karısı vefat etmiş olan hakimin iki çocuğu da yanındadır. Urfalılar bu dul hakimi evlendirmeye karar vermişler ve Hamide’yi tavsiye etmişler. Hayatlar bir kere daha birleşir.

“Çok iyi bir adamdı” diye anlatırdı bize ikinci kocasını ya, gözü, yine de doyamadığı ilk göz ağrısındaydı. O kadar iyiymiş ki, 1930’lu yıllarda hakim ne demek, düşünün, devlet demek, aldığı maaşı kuruşuna kadar Hamide’nin eteğine bırakır, paraya pula katiyen karışmazmış.

Derken tayinleri çıkmış Urfa’dan Bursa’ya. Hamide Nine’nin vefat edip son uykusunu uyuyacağı Bursa hayatı böyle başlamış.

Kendisini ilkin Bursa’ya taşındığımızda, Emirsultan Camii’nden Zeyniler’e doğru giderken sol başta bahçeli ahşap bir evde otururken görmüştüm çocukluğumda. Hakim kocası ölmüş, çocukları evlendirmiş, yine yalnız yaşıyordu. İnadına gülümseyen, yaşamaktan zevk almaya çalışan, dininde diyanetinde mazbut bir kadındı.

Daima kulaklarının arkasına attığı beyaz tülbendiyle, damarları rölyef harita gibi kabarmış kocaman ama pamuk gibi elleriyle ve dudaklarından bal damlayan sohbetiyle hatırlarım onu. Bursa benim için biraz da Hamide Nine’dir.

Bir itirafta bulunayım mı: Çocukluğumuzda evimize gelip haftalarca kalan Hamide Nine (babamın yengesiydi ama biz onu ‘öz ninemiz’ yerine koymuştuk) sohbetlerinde nedense lafı gençliğine getirir ve o devrin Sultan’ını hayırla yâd ederdi. Sultan Hamid-i Sani’den, yani 2. Abdülhamid’den o kadar sitayişle ve hayır dua ederek bahsederdi ki, 2006 yılında “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı”nı yazarken satır aralarında hep onun sözleri yankılandı:

“Sultan Hamid zamanı gibisi var mıydı evladım! Ekmek ucuzdu (fiyatlarını da söylerdi), et ucuzdu, herkesin karnı doyardı. Halkın huzuru vardı. Ama o gitti, her şey bozuldu. Ekmek pahalandı, hatta bulunmaz oldu, evde ekmek yaparken odun bile bulamaz olduk.”

Osmanlı zamanından günümüze…

Tanıdığım yıllarda Bursa’nın rutubetli iklimi yüzünden romatizma olmuştu. Ağrıyan bacaklarına rağmen namazını asla bırakmaz, oturarak kılardı. Tıpkı ilerleyen yaşına rağmen de orucunu terk etmediği gibi. Bir de bayramlardan önce titizlikle para bozdurur, şıkır şıkır ses gelen çıkınına koyardı; bizim gibi hatırlı çocuklara 2,5 lira –ki hatırı sayılır bir paraydı- verdiği aklımda.

Kızının, oğlunun, torununun evlerinde kaldı uzun süre. Son zamanlarında sadece eskiyi hatırlıyor, yeni hadiseleri rüzgârlara salıyordu. Yorgundu, hatırladıklarıyla diriydi. Yine kuyuya baksa belki Osmanlı’nın sedye üzerindeki cesedini görecekti ama bakmadı. Osmanlı zamanından günümüze damlamış binlerce hayattan biriydi.

26 Mayıs 1987 günü vefat etti. Kadir Gecesi’ni idrak ederek yola çıkmıştı ebediyete.

Emirsultan’da şimdi yerinde bir apartmanın yükseldiği ahşap evinde bir havuz dikkatimi çekmişti. Şebeke suyunun olmadığı o devirde Kurtbasan suyu evden eve dolaşır, ufak bir havuzda toplanan su, yandaki eve geçirdi. Suyu, komşuların suyunu kirletmeyecek şekilde titizlikle kullanma bilincini ben onda gördüm.

O nice kaybettiklerimizi gösteren kuyumuzdu. Rahmet üzerine yağsın.

8 Mart 2015, Pazar

Bir cevap yazın