Mayıs, Fatih’lerin ayıdır

Mayıs, Fatih’lerin ayıdır
3 Şubat 1451’de babası II. Murad’ın yerine tahta çıkan genç Mehmed, son 7 yılda yakıcı tecrübelerin içerisinde pişerek gelmiştir bu günlere. O 7 yıl ki, hem kendisi, hem de başında bulunduğu devlet, görünmez bir cellat baltasının acı ıslıkları altında kemirmiştir zamanı. O 7 yıl ki, Timur istilasından beri Devlet-i Aliyye’yi en zorlu yokuşlara sarmıştır. Ve yine o 7 yıl, geleceğin “büyük adam”ı Fatih’in Sırat Köprüsü olmuştur. İstanbul’un Fethi, Sırat’taki son ve en tehlikeli adım olacaktır. Hem iç, hem de dış çalkantıların devleti sarstığı 1440’ların başındaki büyük bunalım yıllarının acılarını yaşamıştır. Macarlar ve Sırplar güç birliği yapmış, Balkanları istila etmektedirler. Peş peşe düşürdükleri şehirler. Ortodoks ve Katoliklerin birleşme çabaları. İzladi derbendine kadar ilerleyen düşman. Ve Haçlı Ordusu Varna’da. Çocuk yaştaki padişah Mehmed, istemeye istemeye babasını göreve çağırır. “Hükümdar bensem sana emrediyorum” der babasına, “yok eğer sen hükümdarsan, görevinin başına.”
Sadece Haçlıların hücumu değildir babasını göreve çağırmasının sebebi. İçeride de derin bir çatlağın üzerinde güç bela ayakta durmaya çalışmaktadır kendisi. Rumeli ile Anadolu, coğrafî olduğu kadar ideolojik ve siyasî açıdan da iki ayrı başı çekmektedir. Rumeli partisini Zağanos Paşa ve Akşemseddin, Anadolu partisini ise Sadrazam Çandarlı Halil Paşa temsil etmektedir. Rumeli partisi daha çok akın, daha çok gazâ, daha çok toprak peşindedir, Anadolu partisi ise daha ihtiyatkâr, daha kontrollü ve daha gelenekçidir.
Şahinler ile güvercinler, bir bakıma. Anadolu merkezli beyler ile Rumeli merkezli akıncı gaziler arasındaki gerilim ipinin üzerinde padişah olmuştur Mehmed, tıpkı babası gibi. Çandarlı’dan vazgeçemezdi, çünkü ordu büyük ölçüde onun sözünü dinliyordu. Ne var ki gönlü uzaklardadır: Çandarlı ekibinin de, Zağanos partisinin de görebileceğinin çok ötesinde.
Ufkun ardını taramaktadır gözleri. Ufkun ardında, İstanbul’dan itibaren yeniden yapılandırılmış bir imparatorluk modeli gülümsemektedir kendisine. Babasının bu bölünmüş padişahlıktan neler çektiğini ve tahtı neden “ale’l-fevr”, birdenbire terk ettiğini gayet iyi bilmektedir. İktidar oyunlarının bir padişahı nasıl takatsiz bıraktığını görmüş ve tahttan çekilen babasını Manisa’ya yolcularken içinden bu çetin handikabı nasıl aşacağının planlarını yapmaya başlamıştır bile.
O da ne? Bütün planları altüst mü olmuştur yoksa yeni bir Haçlı saldırısıyla? “Bir çocukla mı Haçlılara karşı savaşacağız?” diyenlerin, en başta Çandarlı’nın seslerini bastırmak kolay olmamıştır. Babası -şimdilik- bir kez daha tahta çıkmalıdır, iç ve dış fitne bastırılıncaya kadar. 13 yaşındaki çocuk içi yanarak çağırır babasını tahta ve tahtın tadını çıkartamadan buğulu ve suskun gözlerle ufka astığı projelerini alır önüne. Varna savaşı kazanılınca Çandarlı partisi ağırlığını koymuş olur iktidara. Mehmed, tahta geçmek için babasının kararını beklemek zorundadır şimdi.
2 yıl sonra taht yine altındadır. Artık 15’ine basmıştır. Lakin harekete geçmeye fırsat bulamadan bir başka Haçlı saldırısının başladığı haberi, babasını yeniden iktidara el koymak zorunda bırakır. Bu defa düşmanı Kosova’da dağıtan II. Murad, vazifesini yerine getirmenin huzuruyla 1451’de ölürken, tahtını gencecik bir delikanlının açık ufkuna teslim etmiştir.
Artık umutları olayların örsünde pişmiş birisi vardır tahtta. Dış düşman nedir bilir. Padişah olmanın zorluklarının bilincindedir. Altında cereyan eden iktidar mücadelesinin acımasız oyunlarını gözleriyle görmüştür. Bunlardan öte, ufkun ardında titreşip duran ‘Altın Elma’yı ısırma arzusu, bütün üzüntüleri ve bütün aksilikleri unutturmaktadır ona.
Dedesi Osman Gazi’nin gördüğü rüyadaki çınar ağacının kökü tutmuştur lakin gövdesi, ehil bir el beklemektedir. İdaredeki partilerin birinden diğerine savrulmak istememektedir. “Sâhib-kırân-ı zamân”. Bu unvan, tarihte Büyük İskender gibi birkaç cihangire lâyık görülmüştür sadece. Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı. Neden kendisi olmasın? Ama önce ortaya hedefini koymalı ve bulundukları ufkun içinde dönenip duran zamanelerin başını bu hedefe doğru çevirmelidir. Bu öyle bir hedef olmalıdır ki, hem etrafındakilerin çatışan taleplerini birleştirsin, hem de kendisini, hedefine vardığında, ufkun ardındaki ufka ulaşma noktasında olağanüstü yetkilerle donatsın. Genç Mehmed şahinlerle güvercinler arasına sıkışıp kalmışlığını bu büyük hedefi ele geçirirse aşabilecektir.
Kostantiniyye’nin bir gün elbette fethedileceği yolundaki kutlu müjde kulaklarında uğuldamaktadır. Üsküdar’a geçer, oradan bakar Ayasofya’nın eşsiz kubbesine. Salacak’tan bakar, doyamaz. Kızkulesi’ne çıkar, şehirlerin ölümsüz kraliçesinin bu doyumsuz günbatımlarına saatler boyu dalar gider. İstanbul’un küllenen siluetinde kendi kaderini, tahtın mukadderatını, Eyyüb el-Ensarî’nin kendisine açılmış mübarek kollarını görür. Yanından o hiç eksik etmediği dünya haritasını açar, baş parmağını İstanbul’a koyarak elini bir pergel gibi döndürür etrafında. Hayret! Viyana’dan Tebriz’e, Özi’den Mekke’ye kadar bir büyük daire içerisinde yüzlerce şehir o Kızkulesi’ndeki akşam alacasında bir bir kandillerini yakmaktadır.
İki deniz ve üç kıtanın, Akdeniz ile Karadeniz, Asya, Avrupa ve Afrika’nın maddî ve manevî bütün birikimi, Bizans’ın yorgun ellerinde kötürümleşmiş olan “belde-i tayyibe”de kenetlenecektir. Burada Doğu’nun da, Batı’nın da kollarını düğümleyecektir. Derin bir “inşâallah” çeker içinden ve döner otağına. Döner ve herkes uykuya dalarken bir nöbetçilerin, bir de onun çadırında kandillerin yandığı görülür gün ışıyana kadar.
Çünkü Doğu’nun da, Batı’nın da sultanıydı Fatih
Doğu ne? Batı ne? Cemil Meriç’in sözünü uyarlarsak, oryantalizmin idraklerimize giydirdiği bu fersude “deli gömlekleri”ni daha ne kadar taşıyacağız?
Yok Doğu-Batı sentezi. Yok Batı’nın aklı varsa, Doğu’nun duygusu var. Yok Batı felsefe yapar, biz şiir yazarız… Daha neler!
“Batı” dediğimiz şey gökten inmiştir sanki. Londra’da gördüğü insan kudretini aşan eserleri bu soyut Batı’ya mal eden Namık Kemal, bizim işimiz daha kolay der, zira Avrupa bütün bu icatları yapmış, bunları alıp bizdeki ahlaki düzenle birleştirdik mi, “iki asır içinde… biz de en mütemeddin memleketlerden sayılacak bir hale” gelebiliriz.
Maalesef kafalarda çok temele inen bir yarılma var. Biz yenilmiş ve perişan bir haldeyiz, oysa Batı, güçlüdür ve medeniyeti temsil ediyor. Eğer biz de “onlar” gibi olmak istiyorsak, bunu, manevî haznemize Batı’nın bilim ve tekniğini dahil ederek başarabiliriz. Kendimizi folklorik bir düzeye çekerek kamusal alanı Batı’nın donanımlarına açmak demektir bu. Tabii büyük bir safdillik demektir aynı zamanda.
Bir kere ne Namık Kemal’in anlattığı gibi bir Batı var, ne de Tagore’un anlattığı türden bir Doğu. İki kutuplu bu kâinat, son derece modern ve oryantalistçe önyargıların ürünü.
Şimdi soruyorum: Osmanlı Devleti ve kültürü Doğulu muydu Batılı mıydı?
Durun, hemen dik dik bakmayın öyle. “Tabii ki Doğuluydu” diyeceğinizi biliyorum, “Batılı olacak hali yok ya?”
Bir kere coğrafî açıdan konuşuyorsak, Avrupa’da küçümsenmeyecek miktarda toprağa sahipti Osmanlı Devleti. Macaristan, Adriyatik kıyıları, hatta Girit Osmanlı toprağı değil miydi?
Daha da zorlaştırayım işinizi şimdi: Batı’yı Doğu’dan ayıran “kültürel” sınır nereden geçiyordu peki? Doğu Avrupa ülkeleri, mesela Romanya, Osmanlı devrinde Doğu’ya mı mensuptu, Batı’ya mı? Peki Bursa’daki Hüdavendigâr Camii’nin ön cephesi neden Venedik sarayları tarzında yapılmıştı dersiniz? Bursa’daki Venedik! Ama Venedik’te de bir Bursa, yani Osmanlı-İslam eserleri yok muydu?
Yine o soru takılıyor dilime: Doğu’yu Batı’dan ayıran kültürel sınırları nereden geçireceğiz?
Alın bir çarpıcı örnek daha: Roma İmparatoru Diokletyan, tahttan çekilip kendine bir saray yaptırır Adriyatik kıyılarındaki Split’te (MS 305). Bu muhteşem sarayın çevresi, özellikle de denize bakan cephesi sütunlarla çevrilidir. İmparator, sarayın içinde kendisine bir de türbe yaptırmıştır ki yine etrafı sütunlarla çevrilidir.
Bilir misiniz bu türbe formunu bin küsur yıl sonra kim ihya etmiştir? Bir Osmanlı ustası. Mimar Sinan, Kanuni’nin türbesinde (1566) bu Akdeniz geleneğinin izlerini taşıyan kadim yapının şemasını almış ama, Doğan Kuban’ın deyişiyle, onu tamamen farklı bir kompozisyonla sonuçlandırmıştır: “Oranları, pencerelerin düzeni, iç aydınlatma ve bezeme, Roma yapılarının kütlesel görünümlerinin tam tersi bir hafiflik etkisi” sağlanmıştır Sinan’ın eserinde. Ve sonuç: “İki mezar anıtı arasındaki fark, ilk otomobillerle modern otomobiller arasındaki farkı anımsatır.”
Şimdi Sinan, Doğulu mudur Batılı mıdır? Böylesine kaba bir teşhisi koyabilir miyiz kesin olarak?
Ya Fatih Sultan Mehmed? Doğulu bir hükümdar mıdır Batılı bir hükümdar mı? Bir elinde Homeros’u, öbür elinde Gazali’yi okuyan Fatih portresine gözlerimizi ve gönüllerimizi alıştırmamız gerekiyor. Yunanca ve Latince öğrenmeye çalışan da, Arapça ve Farsça bilen de o. Unutmayalım ki gül tutan Fatih’in öbür elinde pergel vardı.
Biliyoruz ki, Fatih’in harita merakı İtalyan şehirlerinde meşhur olmuştu. Francesco Berlinghieri adlı Floransalı alim, Batlamyus’un “Coğrafya”sını matbaada bastırmış ve Fatih’e satmak için çalmadığı kapı bırakmamıştı. Ne yazık ki satmayı başaramadan Fatih Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Uyanık Berlinghieri, bu defa yanına bir mektup ekleyerek kitabı II. Bayezid’e satmaya çalıştı. Başardı da. Mektupta, kitabı Fatih için hazırladığını, ancak onun ölümü üzerine kendisine ithaf ettiğini açıkça yazmıştı. Ayrıca ertesi yıl Roma’ya kaçan Cem Sultan da bu acar müteşebbisin pazarlama dehasına teslim olacak ve bu defa kendisine ithaf ettiği(!) Batlamyus nüshasını o da satın alacaktır.
Floransalı alim neden Osmanlı padişahlarının veya şehzadelerinin peşinde koşuyordu? O devirde Batlamyus’a istediği parayı yalnızca padişahlar veriyorlardı da ondan!
Peki bu Fatih, kafalarımızdaki “Doğulu” kategorisine uyuyor mu? Floransalı alim ile İslam hükümdarı arasındaki ilişkiyi biraz daha geriye, Sicilya Kralı II. Roger ile İdrisî arasındaki patron-alim ilişkisine de taşıyabilirsiniz. 1166’da ölen İdrisî, bu defa tersinden bir örnek ortaya koyarak Kral Roger’e haritalar çizip parasını almamış mıydı?
Kültür tarihine bu engin perspektiften yaklaştığınızda sınırlar kalkar aradan; Roma imparatorundan Kanuni’ye, Fatih’ten Floransalı alime ve Norman kralından Müslüman bir Arap’ın büyüleyici yeteneğine kadar açılır ufkunuz.
Ve sonra sorarsınız: Neden bir Fatih çıkmıyor bugün aramızdan?
Çıkmaz tabii. O, Doğu’nun da, Batı’nın da sultanı olarak görüyordu kendisini (Sultânu’l-berreyn ve bahreyn) ve Gazâlî’yi de, Homeros’u da merak ediyordu.
Doğruyu söyleyelim: Kaçımız okuduk her ikisini de?

Bir cevap yazın