İstanbul’u ve Fatih’i anlayabilmek
Byzantium, Yeni Roma, Konstanopolis, Kostantiniyye, Çarigrad, Dersaadet, İstanbul… Her millet veya kültür farklı bir dilden seslendi ona. Asırlar boyunca ismi sayıklandı hafızalarda. Efsaneleri, masal kayıklarına binerek kıtaların sınırlarından bir su gibi akıp geçti. Rüyasını görenler, gerçeğiyle karşılaştıklarında hangisinin daha yaman bir avcı olduğuna karar vermekte zorlandılar.
Bizanslılar, lafı uzatmamak için ona kısaca “Şehir” (Polis) demeyi tercih ettiler. Şehir eşittir İstanbul’du onlar için. O “ebedî şehir” iddiasındaki Roma bile Büyük Konstantin zamanından beri İstanbul’un taşrası konumuna düşmemiş miydi?
Şehir, milattan önce 658 yılında Megara Kralı Byzas adına kuruluşundan bugüne geçen 2661 yılı dolu dolu yaşamasını, üzerine kurulu olduğu benzersiz jeostratejik konumuna ve doğu-batı, kuzey-güney deniz ve kara ticaret yollarının kesişme noktasında kurulmasına borçludur. Kadim ticaret yollarının bu düğüm noktası, yüzyıllardan beri bileğine güvenenlerin iştahını kabartan bir arzu nesnesi yapmıştır onu. Traklar, Persler, Spartalılar, Atinalılar, Makedonlar, Romalılar, Müslüman Araplar, Ruslar, Bulgarlar ve Osmanlılar bu şehri arzulayan ve hedeflerine vasıl olmak için yollara düşen kavimler yumağından birkaç ipliktir sadece.
Bir 16. yüzyıl Venedik elçisi, boşuna “Roma dünyanın hülasasıdır, İstanbul ise dünyanın kendisi” dememiştir. Dünya, onda dürülmüş, toplanmıştır adeta. Rahmetle andığımız Necip Fazıl, “Canım İstanbul” adlı o buram buram Şehrin ruhu tüten şiirinde,
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler
derken zamana, yedi iklim ve binlerce sesten oluşan gergefini onun tepeleri üzerinde işletiyordu.
Bilmek gerekir ki, Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikilitaş, bu şehrin en yaşlı parçasıdır. Yaşı mı? Tam olarak bu yıl 3735 yaşına basmaktadır İstanbul’un bu Mısırlı konuğu. (Konuk mu? Ondan daha eski kaç tane İstanbullu var ki?) Mısır Kralı Thootmosis tarafından Yunanlıların Yanardağ tanrısı Phta adına dikilmiş olan bu anıt yapıldığında Hz. İbrahim’in Mısır’a gelmesine tam 437 yıl vardır!
Yalnız Mısır’dan mı konukları vardır İstanbul’un? Yine Sultanahmet Meydanı’nda gördüğümüz Yılanlı Sütun da Delf’ten gelmemiş midir? Roma’dan, Atina’dan, Girit’ten, Trabzon’dan, Kudüs’ten, Babil’den gelen parçalar da süslüyordu Bizans İstanbul’unun yollarını ve mabetlerini. Nitekim Ayasofya’nın muhteşem kubbesini taşıyan dev sütunları, adeta bu kutsal yapının köklerini yeryüzünün derinlerine yaymak istercesine Truva veya Efes harabelerinden olduğu kadar Atina ve Ege Adaları’ndan da toplanmıştır.
Gariptir, Bizans’ın engin coğrafyasından “malzeme devşirme” uygulaması Osmanlı döneminde de devam etmiştir. Süleymaniye Camii yapılırken ülkenin dört bucağına buyrultular gönderildiğini ve eski medeniyetlerden kalan mimari parçaların belirlenerek işe yarar olanlarının İstanbul’a taşındığını biliyoruz. Böylece bu mimari elemanlar, tıpkı Ayasofya gibi, imparatorluğun bir nevi hülasası haline getirmiştir bu camiyi. Yani Süleymaniye’ye bakarken adeta Memalik-i Osmaniye’nin her köşesinden bir taş, bir harç, bir tuğla, bir sütun görmeniz mümkündür. Bu yanıyla Süleymaniye’nin, Osmanlı coğrafyasının maddî zenginliklerini de aksettiren bir terkip, hatta Osmanlı insanının felsefesini aksettiren bir kitap olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı sistemi de coğrafyasının bütün unsurlarının yönetimde temsiline açık değil miydi? Nasıl Süleymaniye Camii’nde, Yalova’da bulunan eski bir Bizans sarayının sütunları yerini rahatlıkla alıyorsa, aynı şekilde bir Sırp, bir Rum, bir Arap, Çerkes veya Kürt de sadrazamlık dahil en yüksek mevkilere kadar çıkabiliyor ve Osmanlı gövdesinin o rengarenk dünyasının bir tuğlası, bir sütunu, bir sıva parçası oluyordu.
Böylece İstanbul, yalnız başkalarının kendisi hakkında konuştuğu bir şehir olmaktan çıkmış, ortaya koyduğu eserlerle fikirlerini açıklar çağlara ve insanlara. Kendi kucağında başka seslerin cıvıldaması için açar kollarını. Böylece İstanbul, Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’nden (burası Orta Asyalı Müslümanların gelip kaldığı bir nevi han vazifesi görmenin yanında iki dünya arasındaki kültür alışverişlerini de yönlendiriyordu) Dimitri Kantemir’in Lale Devri aydınlarıyla oluşturduğu aydın hareketine kadar pek çok farklı sesi ve rengi 20. yüzyılın başlarına kadar bünyesinde konuşturmayı ve sergilemeyi bilmiştir. Hem de bütün dünyanın büyük bir hızla tek renge büründüğü bir dönemde.
İşte bu yüzden diyorum ya, bugün İstanbul’un içinden asırların uğultusu işitilen bu renkli dünyası, kulak kabartmamızı bekliyor bizden.
Sinan’dır, Evliya Çelebi’dir, Fatih’tir bu şehir. Aynı zamanda Patrona Halil’dir, Laleli Baba’dır, kırdığı testinin başında ağlayan geleceğin Saliha Sultanı’dır. Büyük Konstantin’dir, Theodosius’tur, Romen Diyojen’dir. Aynı zamanda da Kurtubalı Abdülaziz Bey’dir, pırlanta kalpli prenses Anna Komnena’dır, Nika ayaklanmasında boynu vurulanların şehridir. Vakvak ağacına asılanların da, Anemas zindanına kapatılanların da adları kazılıdır onun yüzüne; bazan mürekkeple, bazan da kanla… Herevî ve İbn Batuta kadar Novgorodlu Antoni’dir, İspanyol Clavijo’dur, Tudelalı Benjamin’dir.
Kabul edelim ki bütün bu renkli tabloyu kucaklayan en yetkin isim, bir elinde Gazali’nin “Tehâfüt”ü, öbür elinde Homeros’un “İlyada”sıyla “Doğu’nun ve Batı’nın Sultanı” Fatih Sultan Mehmed’dir.
Ah onları, yani İstanbul’u ve onun “öz evladı” Fatih’i bir anlayabilsek!
Do you want Search?
Random Post
Search