Yavuz Sultan Selim maalesef harp darpla doldurulan tarih kitaplarımızın tozu dumanı arasında çehresi kaybedilen padişahlardan. Resmî tarih onu bir yandan methederken öbür yandan kınar.
Bu tavır, en iyi Mustafa Kemal Paşa’nın çelişkili beyanlarında yakalanabilir. İşte tarihin işine geldiği gibi (pragmatik) kullanmanın şahikası olan o beyanlar.
Daha önce Mustafa Kemal’in bir başka beyannamesine dikkat çekmek istiyorum. Hedefinde Anadolu Müslümanları değil, doğrudan “İslâm âlemi” var!
“İslâm alemine müstakil bir beyanname neşredecek gücü nereden alıyordu?” diye sorsak taştan kayadan ses gelir de İnkılap Tarihi kitaplarımızdan gelmez. 17 Mart 1920 tarihli beyanname, İnönü devrinde bastırılan “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”ne alınmadığı gibi Nutuk’ta da bir cümleyle geçiştirilmiş, asıl önemlisi, Vesikalar cildine itinayla konulmamıştır!
İslâm dünyasına beyanname yayımlıyorsunuz ama bunu, “devrimimizin incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamak” amacıyla yazdığınız kitapta her nasılsa atlıyorsunuz! O zaman tarihe kolaylık sağlamıyor, zorluk çıkartıyorsunuz demektir ki, Nutuk’un tarihçilerin ellerini kollarını bağlamaktan başka bir işe yaramadığını söyleyen Falih Rıfkı Atay gibi bir Kemaliste hak vermemek elde değil.
Peki 17 Mart 1920 tarihli “İslâm âlemine beyanname”de neler var? Şunlar (İngilizlerin Meclis’i basmaları üzerine kaleme alındığını hatırlatayım):
“Mukaddes İslâm hilafetinin yüksek merkezi olan İstanbul, Meclis-i Mebusan ve bütün resmî hükümet kurumlarına el konulmak suretiyle resmen ve cebren işgal edilmiştir. Bu tecavüz Osmanlı saltanatından ziyade hürriyet ve bağımsızlıklarının yegane dayanağını Hilafet makamında gören bütün İslâm âlemine yapılmıştır. (…) İtilaf devletleri tarafından başvurulan bu hareket, Hilafet makamını esaret altına alarak 1300 seneden beri payidar olan ve sonsuza kadar yok olmayacağına şüphe bulunmayan Müslümanların hürriyetini hedef almaktadır.”
Hilafetin ne kadar net ve cepheden bir müdafaası değil mi? Fakat aynı zatın, çok değil, 3 yıl sonra bütün bu argümanları unutması ve şimdi suçladığı İngilizlerin tarafına geçerek hilafetin ne kadar gereksiz bir kurum olduğunu savunmaya başlaması da tarihin en büyük düğümlerinden biri olarak çözülmeyi beklemektedir!
Mısır, Suriye, Irak, Azerbaycan, Kafkasya, Türkistan, Afganistan, İran, Hind, Çin, “velhasıl bütün Afrika’nın ve Şark’ın” ‘birlik heyecanı’ ve derin bir ‘kurtuluş emeli’yle titreyen kamuoyuna yönelik bir hakaret ve tecavüz darbesi olduğu söylenen Meclis baskınının uyanışa vesile olacağını belirten M. Kemal, şöyle devam eder:
Devlet ulusu Yavuz
“Osmanlı Kuva-yı Milliyesi hilafet ve saltanatın uğradığı zincirleme suikastlerin başladığı günden beri devam eden samimi birlik ve dayanışma içinde (…) bu son Haçlı hücumlarına karşı bütün dünya Müslümanlarının ortak direniş duygusundan emin olmaktan doğan bir kollama hissiyle azim ve imanın âmil olduğu mücahedede Allah’ın inayet ve başarısına mazhar olacağına güvenmektedir.”
Haçlı savaşlarının devamı olan bu tecavüz hamlesinin “İslamiyet’in irfan nuru ve istiklaline ve hilafetin birleştirdiği mukaddes kardeşliğe bağlı olan bütün Müslüman kardeşlerimizin vicdanında” aynı suçlama hissi ve direnişi ve aynı galeyan ve kıyam vazifesini uyandıracağından emin olarak şöyle noktalanır beyanname:
“Cenab-ı Hakk’ın mücahedat-ı mukaddesemizde cümlemize tevfikat-ı İlahiyyesini refik (arkadaş) etmesini ve ruhaniyet-i Peygamberiye istinad eden teşkilat-ı müttehidemize muin olmasını niyaz eyleriz.”
Öte yandan M. Kemal, BMM’nin açılışından sadece 16 gün sonra İslâm âlemine yeni bir beyanname neşredecektir. Bu metin adeta bir Ayetullah’ın kaleminden çıkmışçasına aşırı dinî bir jargonla kaleme alınmıştır. Sadece ilk cümlesini fikir vermesi maksadıyla alıyorum:
“Cenub (güney) çöllerinin bir köşesinde arzın (dünyanın) seslerini dinleye dinleye yatan Peygamber-i Zîşan’ın ruhlarını ruhlarımızla birleştirdiği İslâm kardeşlerimiz, din-i İslam’ın son askeri mahsur bir kale içinden size tevcih-i hitab ediyor…”
Devamında şöyle diyor:
“İslâm birliği fikrinin muahharan (sonradan) en büyük mümessili olan Yavuz Sultan Selim’in dediği gibi ‘İslâm gönüllerinin toplu olması için kendisini perişan eden’ milletimize, onun dava-yı istiklaline, manevî teyid ve müzaheretinizi bir saniye eksik etmeyin, ta ki İslâm’ın bir küsuf-i tamma (tam tutulmaya) giden güneşi büsbütün kararmasın, tekrar âlemimiz üstünde ışıldamağa başlasın.”
M. Kemal, İslâm birliğini istiyor ve bu yolda piri olarak gördüğü Yavuz’un Müslümanların gönlünü birleştirme tasavvurunu destekliyor, hatta örnek gösteriyor. 1922’de Saltanat’ın kaldırılması üzerine yaptığı konuşmada da Yavuz’un Hilafeti almasını tasvip ediyordu:
“Bu devletin ulularından Yavuz hazretleri 924 tarih-i hicrisinde Mısır’ı zapteylediği zaman orada idam eylediği Mısır hükümdarından başka, unvanı halife olan bir zat buldu. Halife sıfatının böyle bir şahs-ı aciz tarafından kullanılması âlem-i İslâm için şîn (yüz karası) olduğuna şüphe etmediğinden o sıfatı Türkiye devletinin kuvâsına istinad ettirerek ihyâ ve ilâ eylemek üzere aldı.”
Yavuz emperyalistmiş!
2 Şubat 1923’te İzmirlilere şunları söyler:
“O (Selim) ise bütün İslâm âlemini bir noktada birleştirerek sevk ve idare etmeyi düşündü ve bunun neticesi olarak Suriye’yi zapt etti, Mısır’ı zapt etti ve Mısır’daki halifenin sıfatını da kendi şahsına ilave etti. Arkadaşlar, bu siyaset, Türk unsurunun hayatının, toplum yapısının, saadetinin gerektirdiği bir siyaset değildir. Bu, yalnız bir milletin her nasılsa başına geçmiş ve onu nasılsa tahakkümü altına almış bir şahsın, kendi ihtirasını tatmin için tatbik ettiği bir siyaset idi.”
Derken İzmir İktisat Kongresi’nde ifadeleri giderek sertleşir:
“Mesela Yavuz Sultan Selim, Fatih’in açtığı batı cephesini tespit etmekle beraber, bütün Asya’yı birleştirerek büyük bir İslâm imparatorluğu vücuda getirmek üzere böyle bir siyaset takip etti. Asli unsuru bunun arkasından dolaştırdı. (…) Arkadaşlar, bütün bu tavırlar ve harekât incelenirse görülür ki, bu azametli, kudretli padişahlar takip ettikleri harici siyasette kendi emelleri, hırsları ve arzularına dayanmışlardır.”
23 Mart 1923’te Afyon’da yaptığı konuşmada Yavuz’un cihangirane siyasetinin milletin hakiki menfaatine aykırı ve zararlı olduğunu, “bu şanlı seferler yüzünden uzak ve yabancı topraklarda milyonlarca vatan evladının yok olup gittiğini” söylemeye kadar vardıracaktır işi. 1 Temmuz 1923 tarihli Saturday Evening’de çıkan söyleşisinde ise birkaç yıl önce her şeyiyle takdir ettiği Yavuz’un İslâm birliği fikrinin tamamen yanlış olduğunu, hatta “emperyalizm” anlamına geldiğini söyleyecek ve “emperyalizm ölüme mahkûmdur” diyecekti. Anlayan anlamıştı. Bu, ‘Osmanlı değiliz ve olmayacağız, Osmanlı öldü’ demenin başka bir yoluydu.
1920’de kurtuluş reçetesi olan bir fikrin 3 yıl sonra zehir olduğu anlaşılıyorsa ya söyleyenin basireti bağlanmış demekti veya sonradan fikir değiştirmişti. Sorunun kıymıklarından biri beynimde takılı kaldı: İslâm Birliği’nin “emperyalizm” demek olduğunu kim hatırlatmıştı dersiniz Paşa’ya?
1 Şubat 2015, Pazar