Cizre doğumluyum ama ailem aslen Urfalı. Akçakale’den sürgün edilmiş babam. Cizre o zamanlar sürgün beldesi. Ablamla ben orada doğmuşum. Geçen yıl şubat ayında Kaymakam Şenol Koca tarafından Cizre’ye davet edilmiştim. Doğduğum günün yarım asır sonrasında ilk nefesimi aldığım o mübarek toprağı koklamak nasip oldu.
Cizre güzeldi, Cizre gergindi, Cizre derindi. Her bakımdan. Hem tarihi hem de insanı. Sokaklar ıssız ve sessizdi o günlerde. Yine dinî mekânlar gözdesiydi halkın. Metrelerce uzunluktaki Hz. Nuh Türbesi ziyaretçisiz kalmıyordu. Gerçi annemin anlattıklarıyla kıyaslarsam maalesef çok ilkel bir şekilde yıkılıp yeniden ama betondan yapılmıştı. Gıcır gıcırdı sanduka, hatta bir camekân içine dahi alınmıştı! Bu, Türkiye’nin her tarafında rastladığımız onulmaz bir dert ki tarif edilmez.
Cizre’de karşılaştığımız akil insanlarla konuşmak çok şey öğretiyor insana. “Kürt sorunu en son Cizre’de çözülür” diyorlar. “Yara çok derin” diyorlar. İkaz ediyorlar. Ben de bu ikazları Akil İnsanlar ile yaptığı Dolmabahçe toplantısında Sayın Ahmet Davutoğlu’na aktardım, Cizre’ye dikkat edilmesi gerektiğinin altını çizdim. Bir yıla yakın bir süre geçti, Cizre’nin iltihabı kanamaya başladı.
Doğduğum evi ararken ev sahibimizin bir akrabasını buluyoruz. Evine davet ediyor. Hüsamettin Bey adı. Gayet samimi. Anlatıyor. Bir ulema ailesinden geliyormuş. Dedesinden, kitaplarından coşkuyla bahsediyor.
Eserler zihinsel toz tabakası altında
Taşan tencereler gibi satır aralarından hikmetler sızıyor. Genç Bediüzzaman Said Nursi, Cizre’ye geldiği zaman onun evinde kalmış. Yaz günü. Damda misafir etmişler. Ev sahibi çok kıymet verdiği misafirinin gece üstü açılır da üşür diye üstünü örtmeye kalkmış. Bakmış genç Said gözleri yıldızlara sabitlenmiş, bir şeyler mırıldanıyor. Fısır fısır. Allah Allah deyip; yatağına gitmiş. Sonra bir daha denemiş, vaziyet aynı. Fısır fısır sesler. Gözler gökyüzünü tarıyor. Derken sabah namazına kaldırmaya gitmiş, genç Said yine uyanık. Demiş ki: Gece iki defa geldim, gözlerin uyumuyordu ve ağzından fısır fısır sesler çıkıyordu. Hayırdır! Bediüzzaman cevaplandırmış: Ezberlediğim Farsça lügati tekrar ediyordum.
Cizre böyle. Göğsünden her daim sizi emzirecek güzellikler çıkarmakta ustadır. Cizre daha da böyleydi ama ihmaller, kasıtlar, şunlar bunlar derken Şark’ın bu müstesna ilim ve sanat şehrinin şen şakrak irfan bahçeleri kurutuldu. Nobranlığa terk edildi. Mem u Zin’in mezarı orada. 40 yıl arayla Ahmed-i Hanî’nin Kürtçe, Bitlisli Ahmed Fâik’in Türkçe kaleme aldıkları bu mesnevi ders kitaplarımıza neden girmez, merak ediyorum. Aynı Akil İnsanlar toplantısında bunu da dile getirdim. Edebiyat kitaplarımızda Yunan, Fransız, Alman Edebiyatı var ama neden Kürt edebiyatı yok diye bu eksikliğin bir an önce giderilmesi gerektiğine dikkat çektim. Bakalım yapılacak mı?
Şimdilerde devlet gayret ediyor Cizre’nin mazisini ayağa kaldırmak için ama şehir surları dahil çok mühim, binlerce yıla kafa tutan eserleri zihinsel bir toz tabakası altında yatıyor. Türbesi Cizre’de bulunan bir Cizrelinin, Mele Ahmed-i Cezerî’nin Fatih Sultan Mehmed’e yazdığı şu Kürtçe şiirden haberdar mıyız?
“Ey şehinşah-ı muazzam! Allahü tealâ seni korusun. ‘Sûre-i İnnâfetahnâ’ senin rehberin olsun… Şeref Han’ın kalesi senin hududunun içinde olsun. Güzel talihler ve güzel bahtlar senin olsun. Felek senin lehine dönsün. Acem’in devlet adamları senin hizmetçilerin olsun. Bütün devletler senin işâretinle yönetilsin. Bütün dünya senin bir kıvılcımınla aydınlansın…”
Cizre buydu ve fazlasıydı. Harikulade otomatlar icad eden Ebu’l-İzz’in de şehriydi. Hadisçi, edip ve tarihçi İbnu’l-Esir’lerin memleketiydi, Fakih ve muhaddis Ebu Usame’nin ve başkalarının da.
Ebu’l-İzz de kim?
Doğduğumda sakaların Dicle’den çekip getirdiği sarışın suyla yıkamış annem beni. Bu kez gittiğimde Dicle kıyısında yarısı nehre batmış bir ev gösterdiler. Ebu’l-İzz’inmiş iddiaya göre. Yalı gibi, yarısı suyun üzerine uzanmış ilginç bir yapının kalıntılarıydı gördüğüm.
Bu arada kulağıma gelen ‘Ebu’l-İzz de kim?’ seslerini duymadım sanmayın. Anlatayım kısaca.
O da bir Bediüzzaman. Bediüzzaman Ebu’l-İzz İsmail b. Razzaz el-Cezerî. Adından da anlaşılacağı üzere Cizreli. El-Câmi Beyne’l-İlm ve’l-Amel adlı kitabının önsözünde kendisinden bahsetmese bu harika adamın hayatı tam bir karanlığa mahkûm olacaktı.
Diyarbekir Sultanı Salih’in, babasının ve kardeşinin hizmetinde bulunmuş. Zaten bu muhteşem kitabı da Sultan Salih’e borçluyuz. Şöyle anlatır:
“Bir gün sultanın huzurundaydım ve yapmamı emrettiği şeyi getirmiştim. Ne düşündüğümü sezdi ve gizlediğimi açığa vurdu ve bana şöyle dedi: Eşsiz âletler yapmış, onları gücünle işler duruma getirmişsin. Seni yoran ve kusursuz biçimde inşa ettiğin bu şeyler kaybolup gitmesin. Benim için icat ettiğin bu aletleri bir araya toplayan ve her birinden ve resimlerinden seçmeleri kapsayan bir kitap yazmanı istiyorum.”
“Gücümü toplayıp bu kitabı kaleme aldım” diyor Ebu’l-İzz. Kitap 12. yüzyıl sonu, 13. yüzyıl başının mekanik aletlerini sergiliyor. Hepsi de onun icadı olan bu eserler arasında neler yok ki. Kayık su saatleri, sıcak, soğuk ve ılık su akıtan ibrik, abdest almak için gagasından su akıtan bir tavuskuşu, toplanan kan miktarının belirlenebildiği iki katipli kan alma teknesi, bir gölden veya kuyudan suyu yukarı çıkaran araç vs.
Bilir misiniz ki, Ebu’l-İzz’i bize tanıtan Eilhard Weidemann adlı bir Alman fizikçidir. Üzerinde yapılan en ‘klas’ çalışma ise Donald R. Hill adlı bir İngiliz mühendise aittir. Düşünün, Türk’üyle, Kürt’üyle kendi değerlerini elin Alman’ından, İngiliz’inden öğrenen bir toplumuz ve bu utanç bize yeter.
Ebu’l-İzz iyi bir rehber olabilir. 8 asır önceki ruha ne çok ihtiyacı var Cizre’nin ve Türkiye’nin. Ah o ruha bir değebilsek….
25 Ocak 2015, Pazar