İşte Atatürk’ün laikliği din ve vicdan özgürlüğü diye tanımladığı sözleri
16 Haziran 2010 tarihli “Bugün” gazetesinin manşetine taşıdığı Jandarma’nın ‘ezan andıcı’ haberinde görüldüğü gibi, ezanın Türkçe okunmasından askere ve dahi jandarmaya ne?
Yoksa jandarmanın Türkçe ezanı da ‘korumak ve kollamak’ gibi ek bir görevi de mi vardır? Eğer asker, dinin belli bir yorumunun hamisi, yani koruyucusu ise o zaman bu ne menem bir laikliktir? Bir zamanlar jandarma dipçiğiyle uygulanan ezan yasağı, yeniden mi getirilmek istenmektedir?
Yassıada’daki sözde yargılama esnasında “Türkçe ezan” konusunun zaman zaman gündeme getirildiğini biliyoruz. İlginç olan nokta, Demokratların meseleye din açısından değil, laiklik açısından yaklaşmış olmalarıdır. Mesela Prof. Osman Turan kendisine yöneltilen soruya şu cevabı vermiştir: “Eğer demokrasiye, laikliğe, vicdan hürriyetine samimi olarak inanıyorsak elbette ki milletin ezanına, ibadetine karışmamız mümkün değil.”
Laiklik bize bir eğitim klasiği olarak ‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ şeklinde belletildi. Ancak bu, yanlış değilse de, eksik bir tanımlamadır. Gerçek laikliğin, dinin devlete olduğu kadar, devletin de dine müdahalesini reddetmesi gerekir. Oysa Diyanet İşleri Başkanlığı bizzat Başbakanlık’a bağlıyken ve minarelere “Orduya sadakati” emreden mahyalar asılırken hangi laiklikten söz edilebilir ki?
Nitekim Atatürk, ezanı kanunla yasaklarsa laikliğe büsbütün aykırı düşeceğini bildiği için Diyanet’in bir genelgesiyle işi idari yoldan halletmeye çalıştı ki, bu kadarı dahi kendisinin ibadet, din ve vicdan özgürlüğü şeklinde tanımladığı laikliğe aykırı bir uygulama sayılırdı.
Devlet laik ise bütün din ve mezheplere eşit mesafede durmalıydı. Eğer Katolikler Latince, Ortodokslar Rumca/Yunanca, Yahudiler İbranice, Ermeniler de Ermenice ibadet edebiliyorlarsa, Müslümanlar da “din dilleri” ile, yani Arapça ibadet edebilmeliydiler. Devlet, idaresi altındaki dinlerden birinin mensuplarına ibadet özgürlüğünü tanımıyor ve onun nasıl inanacağına ve ibadet edeceğine karışıyorsa tarafsızlığını, dolayısıyla da laikliğini yitiriyor demektir.
Ancak Atatürk’ten daha “Atatürkçü” olduğu iddiasındaki CHP, polis copu ve jandarma dipçiği yetmezmiş gibi, onun ölümünden sonra, 1941 yılında Arapça ezanı bu defa kanunla yasaklamaya kalkmıştı. Bu, laikliğe tamamen aykırı bir düzenlemeydi. Batı’dan alınan laik hukuk, din işlerini kiliseye bırakmışken, bizdeki laiklik, caminin ta içine kadar giriyor, ezanın, kametin, Kur’an’ın, salanın hangi dilde ve nasıl okunacağına karar veriyor, bununla kalsa iyi, bunlar dayattığı şekilde okunmadığı takdirde kanunla hapis ve para cezası getiriyordu.
Prof. Ali Fuat Başgil, bu noktayı parlak bir şekilde açıklamıştır:
Kanun koyucu ve jandarma, mabedin içine hükmedemez. Zira kanunun gayesi ve hükümetin varlık sebebi, kötülükleri önlemek ve ahlak dışı hareketlere meydan vermemektir. İman ve ibadet ise birer kötülük unsuru değildir. Tam tersine, kötülüğe engel olan ve bireyi iyilik ve adalet duygularına bağlayıp yükselten birer ilahî kuvvettir. Dolayısıyla bir dinin mensuplarını şu ya da bu dilde ibadete zorlamak veya ibadetten men etmek, o devletin laikliğini ve hukuka bağlılığını ortadan kaldırır.
Arapça ibadet kamusal anlamda bir “kötülük” müdür ki, devlet onun bu dilde okunmasına yasak koysun? Anlaşılan, hâlâ birileri onu bir “kötülük” odağı olarak görüyor ve engellemeye kalkıyordu. Oysa halk bunu uygulandığı 18 yıl boyunca benimsememişti. Benimseseydi, 60 yıldır şurada burada korsan “Türkçe ezan” okuyanlara rastlardık, değil mi? Bu sürede bir tek defa olsun Türkçe ezan okumaya kalkan olmadıysa, halk kararını çoktan vermiş demektir.
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a göre, Atatürk, hakkında kesin inanca vardığı düşüncelerini ne kadar güç ve tehlikeli olursa olsun tereddütsüz uygular ve başarıya ulaşıncaya kadar da peşini bırakmazdı. Ancak Türkçe ibadet ve ezan konusunda onun zamanında yasal bir düzenlemeye gidilmediği gibi, uygulama da çok sıkı bir şekilde denetlenmiyordu. Bayar’a göre,
“Atatürk daha sonraları, İslâm dinine getirmek istediği reform ile, laik devlet fikrini zihninde bağdaştıramadığı için, işi bu noktada bırakmış, daha ileriye götürmemiştir. (…) Belli ki ileriye götürülmesi uygun bulunmamış bir devrimin ilk basamağından ibarettir. Ne lâik devlet anlayışımız, ne demokratik devlet anlayışımızla bir İslâm reformuna gitmeyi düşünemeyeceğimize göre, bu tezatlı durumu düzeltmekte beis görülmemiştir.”
Öyleyse laiklik ne demektir? Prof. Servet Armağan’ın tespitiyle, “Laiklik devletin siyasi rejim özelliğidir. Anayasamızda var olmasına rağmen bir temel hak ve hürriyet değildir. Yani, aslında, laiklik temel hak ve hürriyetlerden üstün bir prensip değildir. Evet, devletin bir özelliği ama bu özellik temel hak ve hürriyetleri yok eden, onları ortadan kaldıran bir prensip olarak ileri sürülemez.”
Öte yandan Ankara Halkevi’nin kendisine tashih etmesi için getirdiği broşürün kenarına Atatürk el yazısıyla şu ilginç düzeltme notunu düşmüştür:
“Laiklik yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. [Fakat] Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül etmek demektir. Ona göre düzeltiniz!” (Bu çok önemli belgeyi, 10 Mart 1949 tarihli “Millet” gazetesinden aldım.)
Nitekim “Medeni Bilgiler” kitabına vicdan özgürlüğü hakkında şunları yazdıran da kendisidir: “Her kişi istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü siyasal bir düşünceye sahip olmak, mensup olduğu dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına egemen olunamaz.”
Görüldüğü gibi, buradaki Atatürk, yalnız dinî inanç ve düşünceleri değil, siyasî bir fikre sahip olmayı da vicdan özgürlüğünün çerçevesine almış bulunmaktadır.
Atatürk askere ve jandarmaya ibadetin nasıl düzenleneceğine sen karar vereceksin demediğine göre “andıççılar” hem hukuka, hem laiklik ilkesine, hem de bizzat Atatürk’ün sözlerine karşı geliyorlar demektir. m.armagan@zaman.com.tr
27 Haziran 2010, Pazar