Kasr-ı Şirin efsanesi
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, gerek Dışişleri Bakanlığı döneminde, gerekse son ABD ziyaretinde İran’la ilişkilerimizi değerlendirirken, Kasr-ı Şirin tezini ısrarla savunuyor.
Mesela bakanlık dönemindeki bir konuşmasında şunları demiş: “Türkiye-İran sınırı ABD tarihinden daha eski. Türkiye’nin İran ile 1639’daki Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan bu yana sınır sorunumuz yok.”
Bu, Türk dış politikasında zannediyorum Atatürk döneminde İran Şahı ile yakınlaşma sürecinde ortaya atılmış ve o günden beri de tartışılmadan kabul edilmiş bir argümandır. Politik olarak anlayabiliriz; eskiden İngilizlere, şimdilerde ise ABD’ye karşı doğu sınırlarımızda bir sorun istemiyoruz. Ancak bu iddianın tarihî açıdan çürük tarafları o kadar çok ki, insanın, dışişleri uzmanlarımız uyuyor mu diyeceği geliyor.
Dışişlerimizi yöneten ve yönlendirenler Kasr-ı Şirin iddiasını tarihçilerle hiç müzakere ettiler mi? Uzmanlardan herhangi bir rapor istediler mi? Ya da ne bileyim, Kasr-ı Şirin üzerine bir beyin fırtınası yapmayı hiç düşünmediler mi?
Tarihimizi çeviren efsane bulutlarından birisi de Kasr-ı Şirin’e musallat olmuştur anlayacağınız. Neredeyse 400 senedir hiç değişmeyen bir sınır fikr-i sabiti, dış politika argümanlarımızı bukağılıyor olamaz mı?
Bu konu üzerinde daha önce Yılmaz Öztuna (Türkiye, 24 Ocak 2006) ve Soner Çağaptay ile Düden Yeğenoğlu (BitterLemons-International.org, 18 Mayıs 2006) yazdılar ama bir sonuç alınamadı. Bakalım, biz yazalım, belki birkaç yaprak kımıldar.
İran’la olan sınırlarımız 1639’dan önce de, sonra da pek çok defa değişti. Hatta bu coğrafyada İran’da 4, Türkiye’de de 2 devlet olmak üzere toplam 6 farklı devlet ömür sürdü 1639’dan beri. Sınırların değişmemesi mümkün olabilir miydi zaten?
Tarih sırasıyla Kasr-ı Şirin sonrası sınır ihlalleri ve İran-Türk savaşlarını görelim. Bakalım sınırlarımız hakikaten hiç değişmemiş mi?
İlk olarak 1722 Mayıs’ında Osmanlı Devleti, Kasr-ı Şirin’i kendileriyle imzaladığımız Safevi Devleti’nin çöküşü üzerine Rusya’nın ve Afganlıların işgaliyle parçalanma noktasına gelen İran’daki duruma kayıtsız kalmadılar ve savaş açtılar. 1724, hatta 1725’e kadar devam eden savaşlarda üç koldan İran içlerine dalan Osmanlı kuvvetleri o zaman İran sınırları içinde bulunan Tiflis, Revan (Erivan), Kirmanşah, Tebriz, Hoy, Gence, Nahçıvan’ı fethetmedi mi? Fethetmediyse Silahşör Kemanî Mustafa Ağa’nın “Revân Fetihnâmesi” aydaki bir kraterin fethi üzerine mi yazıldı? 1724 tarihli İstanbul Antlaşması’nda Ruslarla İran’ın parçalanmasında karar kılmadık mı?
Gelelim 1733 yılına. Bu tarihte İranlılar Bağdat’a hücum ettiler ve kuşattılar. Bunun üzerine 1746’da yeni bir antlaşma imzalandı; ama arkasından 1755’te yeniden saldıran İran, Basra’yı ele geçirdi.
Ardından 1821’de İran’a hakim olan Kaçar hanedanıyla girdiğimiz savaş, 1823’te Birinci Erzurum Antlaşması’yla sonuçlandı. Bugünkü Hürremşehr ya da o zamanki adıyla Muhammere bölgesinin paylaşımı konusunda iki imparatorluk 1840’ta yeni bir savaşa girdi. İngilizler müdahale ettiler ve sonunda İran, Osmanlı, Rus devletleri ile İngiltere’nin garantörlüğünde bir antlaşma daha yapıldı. İkinci Erzurum Antlaşması’nın imzalanmasıyla İran-Osmanlı sınırı yeniden çizildi.
1878’de İran, biz Ruslarla savaşırken, Kotur kasabasına hücum etmiş ve almıştır. Mesela bugün Kotur, İran sınırlarına dahildir. Buyurun Kasr-ı Şirin’in bir ihlali daha.
Bu defa 1905 yılında Yıldız Sarayı’nda düğmeye basıldığını ve Osmanlı kuvvetlerinin sınırı kontrol altına almak bahanesiyle 50 km kadar İran topraklarına girdiklerini görürüz. “Nevâhi-i Şarkiye”, yani Doğu Bucakları ismini verdikleri bu beldeler, Osmanlılar tarafından öz toprakları kabul ediliyor ve kanıt olarak da Derviş Paşa’nın haritası gösteriliyordu.
Abdülhamid’in amacı, iki ülke sınırında bir “güvenlik kordonu” oluşturmaktı. Operasyon kendimizi iyice garanti altına alıncaya kadar devam etmeliydi. 1907’de Urmiye şehrinin kuşatılıp düşürüldüğünü görürüz. Aynı yıl içinde İngiltere ile Rusya anlaşıp İran’ı aralarında pay ediverince Sultan Abdülhamid’in birkaç yıl önce başlattığı sınır ötesi operasyonun kıymeti daha iyi anlaşılacaktı. O, olacakları adeta önceden sezmiş ve tedbirini ona göre almıştı. Böylece İran topraklarının paylaşımına seyirci kalmamış oluyor, yeni komşularımıza karşı da bir güvenlik kordonu oluşturmuş oluyorduk.
Abdülhamid’in 1904’te düğmesine bastığı İran sınır ötesi operasyonu, ilginçtir, onun yaptıklarını bozmayı marifet bilen İttihatçılar tarafından da takip edilmiş, nitekim Enver Paşa, Kâzım (Karabekir) ve Nuri paşaları Azerbaycan’ın fethine memur etmiştir. Son Türk askerinin Tebriz’den ayrıldığı tarih ise 18 Kasım 1918’dir. Yani Mondros Mütarekesi’nden 19 gün sonra…
Bundan sonra bir de 1930 yılında, yani Atatürk döneminde yapılan Ağrı Dağı sınır ötesi operasyonu var. Bu tarihte bazı Kürt gruplar sınırımızdan içeri sızmışlar ve Ağrı isyanını başlatmışlardı. Ermeni milliyetçileri tarafından silahlandırılan Kürt çeteleri ayaklanmayı desteklemek için İran sınırından topaklarımıza sızmışlar, buna uçaklarımız bomba atarak karşılık vermişti. Tam 15 bin asker İran sınırına yığılmış ve isyan, bazı uçaklarımızın düşürülmesi pahasına bastırılmıştı.
Ve 1931 yılında Türkiye, İran’dan sınırda bir değişiklik talep etmişti. Küçük Ağrı Dağı’nı bizim sınırlarımız içine alma teklifimiz İran tarafından kabul edilmiş ve böylece değişmediğini zannettiğimiz İran sınırı bir kere daha değişmişti. Bütün bunları okuduktan sonra, hala, kasrı şirinden bu yana sınırların değişmediğine inanıyorsanız, bilin ki, tarih değil siyaset yapıyorsunuz. m.armagan@zaman.com.tr
20 Ocak 2008, Pazar