Türkiye’de hukukun içine sürüklendiği perişanlığı beraberce yaşıyoruz. Kanun mahkûm ediyor, Anayasa Mahkemesi serbest bıraktırıyor vs. Galiba bizde yasama süreci Enver Paşa’ya izafe edilen “Yok kanun, yap kanun” tekerlemesine uygun biçimde ilerlediğinden oluyor bunlar. Öyle ya, kanun yoksa yapmaktan daha kolay ne var? Uymazsa yeni gömlek yok değil ya!
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da bu mantık devam etti. Nitekim tekke ve zaviyeler ile türbeleri tek hamlede kapatan 677 No’lu kanun kabul edildiğinde kimse bunun 1924 Anayasası’nın 75. maddesine aykırı olduğunu fark etmemiş, etmişse bile kulağının üzerine yatmıştır. Öte yandan 1928 yılında yapılan anayasa değişikliğinde devletin dininin İslam olduğuna dair fıkra ile 26. maddede nasılsa kalmış olan Şer’î hükümlerin Meclis tarafından yürütüleceğini amir cümle kaldırılmış, hatta “Vallahi” diye başlayan İslamî yemin şekli namus üzerine ant içmeye dönüştürülmüş olduğu halde kimsenin aklına 75. maddeyi değiştirmek gelmemiştir.
Jaschke gibi bir yabancı olmasa dikkatimizi çekmeyecek olan bu hayatî konu üzerinde neden durduğumuzu, maddenin 1937’ye kadar yürürlükte kalmış şeklini okuduğumuzda daha iyi anlayacağız. İşte bugün bile gerisinde olduğumuz ünlü 75. madde:
“Hiç kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefi ictihadından dolayı muaheze edilemez (sorgulanamaz). Asayiş, adab-ı muaşeret-i umumiye ve kavanine mugayir (kanunlara aykırı) olmamak üzere her türlü âyinler serbesttir.”
Neymiş? Hiç kimse bir tarikata mensup olduğundan dolayı hesaba çekilemezmiş, bir. Kanunlara ve adaba aykırı olmamak şartıyla her türlü ayin serbestmiş, iki. O zaman biz de sözde hukuk devrimi ile modern devletlik katına yükseldiğimizi zannedenlere soruyoruz: 1924 Anayasası’nın bu maddesi 1937’ye kadar yürürlükteyken siz hangi hakla 30 Kasım 1925 tarihli kanunla tekke ve zaviyeleri kapatır, şeyhlikleri ve tarikatları yasaklar, hatta “tarikat ayini icrasına mahsus olarak geçici de olsa yer verenlere” hapis cezası verdirebilirsiniz? Bu mu “hukuk devrimi”? Bu mu modern devlet?
Görüldüğü gibi tekke ve zaviyeleri kapatan kanun açıkça 1924 Anayasası’na aykırıdır. Çıkarıldığı tarihte dahi bâtıl olan bu kanunun bugün gelinen insan hakları ve sivil toplum evresinde tutunacak dalı kalmadığı halde yürürlükte kalmış olması içimizi kanatmaktadır. Yetkililerin bir torba kanunla bu özgürlükleri yasaklayıcı kanunu kaldırmaları halkın beklentileri arasında. Bilesiniz ki, 1924 Anayasası kadar olsun bağrında özgürlüklere yer açmayan bir anayasayla yönetilmek hakikaten zorumuza gidiyor.
Süt kardeşle evlenmek serbest
Medeni Kanun kabul edilirken de fahiş bir hata (!) işlendiğini söylememiz lazım. İsviçre Medeni Kanunu Fransızcadan yalan yanlış tercüme ettirilerek (ki çeviri hatalarını yıllar sonra ülkemize gelen hukukçu Ernst Hirsch şaşkınlıkla fark edip dile getirecektir) 17 Şubat 1926’da leh ve aleyhinde dahi konuşulmasına müsaade edilmeden kabul ettirilmiştir! Öte yandan Medeni Kanun’un yürürlüğe girme tarihi 4 Ekim 1926 olarak belirlenmişti. İşte tam bu arada o fahiş hata (!) fark edildi.
Meğer Hıristiyan İsviçreliler laikliğe aykırı ama İslamiyet’e ve geleneklerimize uygun düşen bir maddeyi ‘çaktırmadan’ kanuna iliştirivermemişler mi? Zamanın Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) 92. maddenin ilk fıkrasındaki bir ifadeyi kaldırmak üzere harekete geçecektir. Kanunun ilk şekli aynen şöyleydi:
“Aşağıdaki kimseler arasında evlenmek memnudur (yasaktır): Neseb sahih olsun olmasın usul ve füru arasında; ana baba bir veya baba bir kardeşler arasında, bir kimse ile amca, dayı, hala ve teyzesi arasında, süt ana ve kardeşler arasında.”
İsviçre’den alınan Medeni Kanun’da evlenilmesi yasak kimseler arasında “süt ana ve kardeşler” de sayılıyor. Ne büyük bir facia değil mi!
Acar bakanımız derhal harekete geçecek ve kanun henüz yürürlüğe girmeden verdiği değişiklik önergesiyle “süt ana ve kardeşler arasında” evliliği yasaklayan ifadeyi kaldıracaktır! Böylece Medeni Kanun’da Kur’an’a ve değerlerimize uygun düşen bir madde, sözde laiklik kaygısıyla kaldırılmış, elin İsviçrelilerinin bile yasakladığı süt ana ve kardeşlerle evlilik bizde serbest bırakılmıştır. Nitekim Bakan Mahmut Esat, Medeni Kanun’un yürürlüğe girdiği gün milletimizin 13 asrın (İslam’ın) kendisini çeviren bozuk (sakim) inançlarından ve karışıklığından kurtulmuş, eski medeniyetin kapılarını kapayarak çağdaş medeniyetin içine girmiş olacağını yazacaktır. Çağdaşlıktan anladıkları da süt kardeşle evlenmeyi serbest bırakmak ve anayasaya aykırı kanun çıkarmak olsa gerek!
Lozan’da dayatıldı
Halbuki Lozan imzalanmadan önce yeni bir medeni kanun için Meclis’te hummalı çalışmalar yürütülmekteydi. Komisyonlar hem İslam hukukundan, hem de uluslararası hukuktan yararlanarak yeni kanunlar yapmak için ter döküyordu. Hatta 30 Aralık 1923’te bir kanun tasarısı Meclis’e sunulmuş ama zamanın Adalet Bakanı tarafından geri aldırılmıştı.
Gariptir, Lozan’ın İngiltere Kralı tarafından onaylanmasından sonra Kanunları Değiştirme Komisyonu tekrar toplandığında artık İslam hukukundan yararlanılacağına dair bir ifadeyi bulmak mümkün olmayacaktır. Tamamen çağdaş bir devlet kavramına dayanacaktı kanunlarımız. “Yüksek medeniyeti temsil eden Garp milletleri”nin kanunları alınacak, uluslararası örf ve âdetler ihmal edilmeyecekti.
Bu arada bir üyenin sessiz sedasız istifa ettiği görülecekti. Sağlık sebepleriyle istifa ettiğini bildiren üye, devrin önde gelen İslam hukukçularından Ömer Nasuhi Bilmen’den başkası değildi. Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın’ın deyişiyle muhtemelen yeni komisyonun hazırlayacağı kanunun çerçevesini az çok tahmin ettiğinden heyet içinde bulunmak istememişti.
Yeni komisyonun 142 maddelik bir Aile Kanunu tasarısı hazırladığını biliyorsak da, Adalet Komisyonu’na teslim edildiğinde ona ihtiyaç kalmadığı bildirilmiştir. Artık zahmete gerek kalmamış, Bakanlık İsviçre Medeni Kanunu’nu çeviriye vermiştir. Prof. Aydın’ın şu kanaati önemlidir:
“Bütün bu gelişmelerde Lozan Antlaşması’nın ve bu antlaşma görüşmeleri sırasında Batılı devletlere yeni Türk devletinin hukukî yapısı konusunda verilen sözlerin önemli rol oynadığı açık bir biçimde görülmektedir.” (İslâm ve Osmanlı Hukuku Araştırmaları, İz: 1996, s. 310.)
Yeni kanunlar çıkarılırken hukukta realizm-rasyonalizm kutuplaşmasını aşacak, telaş etmeden ve uzun süre toplumun bedenine uyacak bir hareket tarzı benimsenmesi, her şeyden önemlisi de “Yok kanun, yap kanun” mantığından neler çektiğimizin bilinciyle hareket edilmesi önemlidir.