Vahdettin, Ecevit ve tarihin evine dönüşü
Aslında “Vahdettin tartışması”nı başlatmak, 1991’in 19 Mayıs’ında, o vakitler Fehmi Koru’nun yönetiminde çıkan “Zaman” gazetesine nasip olmuştu. Vehbi Vakkasoğlu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıktığı Bandırma vapurunun, ders kitaplarında yazıldığı gibi kırık dökük bir gemi olmadığı iddiasını ortaya atmış ve bu haber, kamuoyunda ateşli bir tartışmanın fitilini ateşlemişti.
Demek her şeyin bir vakti, zamanı varmış. Demek tarih bir kere yazılınca bütün defterler kapanmıyormuş. Ve demek bir kıvılcım, dikkatleri o zamana kadar bakılmamış puslu bir noktaya yöneltiyor ve tarihin bakılmamış açıları ancak böyle fark ediliyormuş.
Sayın Bülent Ecevit’in 20 gün önce başlattığı “Vahdettin tartışması”ndan söz ediyorum. Şimdiye kadar açılmasına cesaret edilememiş kutularından birisi daha açıldı Pandora’nın ve bu defa, “Tartıştırmayız” diyen taifenin hakikat karşısında ne denli acze düştüğünü ayan beyan görmüş olduk. Daha doğrusu, son 20 gündür, küller altındaki bir hakikatin, temmuz sıcağında nasıl bir hışırtıyla aramıza karışmakta olduğuna şahitlik ettik cümle âlem.
Aslında “Vahdettin tartışması”nı başlatmak, 1991’in 19 Mayıs’ında, o vakitler Fehmi Koru’nun yönetiminde çıkan “Zaman” gazetesine nasip olmuştu. Vehbi Vakkasoğlu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıktığı Bandırma vapurunun, ders kitaplarında yazıldığı gibi kırık dökük bir gemi olmadığı iddiasını ortaya atmış ve bu haber, kamuoyunda ateşli bir tartışmanın fitilini ateşlemişti. Uğur Mumcu 20 Mayıs tarihli yazısında, yabancı kaynaklardan yararlanarak bu haberin orijinal olmadığını, konunun evvel eski bilindiğini iddia etmiş, kafaları iyice karıştırmıştı, Fehmi Koru ise 22 Mayıs tarihli yazısında, Mumcu’ya, ‘Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a Padişah tarafından gönderildiği ve İstanbul’dan İngiliz vizesiyle çıktığı madem sır değildi, neden daha önce yazmadınız?’ sorusunu yöneltmişti haklı olarak.
Peki ne oldu da, aradan geçen 14 yılda saflar yeniden şekillendi? ’28 Şubat’ın azizliği’ diyeceksiniz, biliyorum. Vahdettin’in hain olduğuna değil, “hain olarak kabul edilmesinin faydasına” inanan Sayın Süleyman Demirel’in bir zamanlar neler söylediğini, tek cümleyle hatırlayalım mı? İşte “Köprü” dergisinin Mart 1987 tarihli sayısındaki röportajından bir cümle: “Şayet Kur’ân kursları veya din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir; Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur.”
Gözlerimize inanamasak da, bundan 18 yıl önce Demirel, Tevhid-i Tedrisat’ın din eğitimi lehine değiştirilmesini, eğer değişecek -ve yanlış- bir şey varsa bunun din eğitimi değil, kanun olduğunu savunmaktadır! Yine aynı yıllarda Demirel, TC’nin bir “İslam Cumhuriyeti” olarak kurulduğunu ve laikliğin yanlış uygulamalarına rağmen bir İslam Cumhuriyeti olma vasfını koruduğunu söyleme cüretini gösterebiliyordu.
Ben bu konuda Ecevit’in daha tutarlı bir çizgi izlediğini, 1970’lerden itibaren, Atatürk’ün kurduğu partinin, CHP’nin başında olduğu yıllarda dahi, katı Kemalistler ve şabloncu zihniyetle mücadele ettiğini, Cumhuriyet devrimlerinin birer üstyapı devrimi olduğunu, bu yüzden de birçok yapısal sorunun Osmanlı’dan beri aynen devam ettiğini, asıl yapılması gerekenin, halkın inanç ve sağduyusuyla oynamadan, Cumhuriyet’in yeterince uzanamadığı altyapı devrimlerini gerçekleştirmek olduğunu haykırmıştı.
Bu yüzden Ecevit’in Vahdettin hakkındaki hükümleri sürpriz olmadı benim için. Onu tanıyanlar için de olmamak gerekirdi. Lâkin hafızaları o kadar Şubat Soğuğu’na maruz kalmıştı ki, değişenin kendileri olduğunu, Ecevit’in bir zamanlar sadece ismini koymadan söylediklerini bugün siyaseten rahatlamış olarak adıyla sanıyla dile getirdiğini fark edememişlerdi. Tabii ki, 1970’lerin kavga gürültü ortamında, tarihine saygılı muhafazakâr kesimlerin, Ecevit’in Vahdettin’le olan hısımlığını duyacak halleri yoktu, Ecevit’in de duyuracak hali.
Şimdi özlenen konuşma ortamı yakalandı bence. Habermas’ın sözünü ettiği “iletişimsel eylem” için gayet olumlu bir vasat üzerindeyiz; en azından yakın tarihimiz adına memnun olabiliriz. Bu tartışma, hiçbir şeyin kapısını açmadıysa, tabu zannedilen, ama herkesin, ‘Birisi çıksa da şunları dile getirse’ dediği asırlık bir kördüğüme doğru ilk ciddi hamle oldu. Aynı şekilde 1940’larda Sultan Abdülhamid’in ‘iyi’ olduğunu savunmak dahi cesaret isterdi; gördüğümüz gibi, bugün bu engel aşıldı, karşıt düşünceler de seslerini duyurabilecekleri imkâna kavuşmuş oldu. Aynı şey, Vahdettin için neden mümkün olmasın? Demek ki, tarihte hainler üretmek kolay olsa da, hakikatin önündeki perdeyi uzun süre kapalı tutmak mümkün olamıyor.
Bu arada Vahdettin-Atatürk ilişkisiyle ilgili yeni bilgiler de ortaya çıkıyor. Milli Mücadele’den itibaren Atatürk’ün Hususi Kalem Müdürü ve Umumi Kâtibi olarak görev yapan Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarında geçer. 1925 yılı olmalı. Çankaya’ya, Atatürk’ün Mısır’dan tanıştığı eski bir Osmanlı paşasının mektubu gelir. Mektupta Paşa’nın, San Remo’da Vahdettin’i ziyaret ettiği, konuşmaları sırasında onun sıkıntıda olduğunu anladığı belirtilmekte ve Gazi’den yardımda bulunması rica edilmekteymiş.
Mektup okunurken Gazi’nin gözleri dolmuştur. “Gördün mü dünyanın halini çocuk?” demiştir Soyak’a, “Nerede o haşmet, nerede o azamet, nerede o saltanat. Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Hiçbir şeye güvenilemez. Bundan dolayı hayatta daima çok ölçülü olmak lazımdır.” Sonra “Nasıl yardım edilebilir?” diye düşünmüş ve kendisinin şahsî servetinin bulunmadığını, hazinenin de fakir olduğunu söyleyerek sürgündeki Vahdettin’e “devlet hazinesinden yardıma hakkımız yok” demiştir. Diğer taraftan Vahdettin’in “hataları” yüzünden şehit düşenlerin geride yüz binlerce yardıma muhtaç çocuk bıraktığını, onların yardıma Vahdettin’den daha fazla muhtaç olduklarını belirtmiştir. Çocukların nafakalarından kesilerek bir eski sultana para yollanmasının yakışık almayacağına dikkat çeken Atatürk’ün, bu konuşma sırasında Vahdettin’in “ihanet”inden hiç söz etmemesi ve olaya beşerî açıdan (hata olarak) yaklaşması ise epeyce ilginçtir.
Tarih normalleştikçe, kendisini açacaktır.
Do you want Search?
Random Post
Search
previous