HİCRİ 1426 yılının içindeyiz. Tamı tamına bin dört yüz yirmi altı yıl geçmiş Hicretten bu yana… İnsanlığın çehresini aydınlatan, yeryüzünün mana ve madde, dikey ve yatay hatlarının yeni baştan çatıldığı bir geçmişin içinden gelmek pek iyi, pek güzel de, onun büyüklüğüne layık olabilmek ve o geçmişi bugüne bir tarih projektörü olarak yöneltebilmek daha da önemli olsa gerek. Çünkü tarihini büyülten her söylem; kendi aczini, yani bir tarihi olmadığını, henüz bir tarih yazamadığını da itiraf ediyordur bir yerde.
Büyük tarih yazmak, büyük tarih yapmak kadar zor bir iştir çünkü. Ya da, Laroui gibi söylersek, bugünü geçmiş yüceliğinden nasibini alamamış, yüceliğinden bugüne bir şeyler damlatamamış bir mâzi, sırf bu nedenle ihtişamından bir şeyler yitirmiyor mudur?
Tarih üzerinde yeniden düşünmemizi kışkırtan bu soru, “geçmiş” (mâzî) ile “tarih” arasındaki o kıldan ince, kılıçtan keskince sınıra yüklenmemizi gerektiriyor topumuzu, tüfeğimizi omuzlayarak. Zamanın acımasız akışı bizi öğütüp un ufak etmeden, tarihimizi bir dağın içerisine oyar gibi yerleştirmesini bilmeliyiz zamanın aç karnına. Kur’an-ı Kerim’in bize tekrar tekrar anlattığı tarih kıssaları, Müslüman bilincinin zamanın dağıtıcı özelliği içinde pusulasını şaşırmaması için konulmuş deniz fenerleri değil midir?
Buna benzer düşünceleri, Bizans Prensesi Anna Komnena yaklaşık 850 yıl önce sevgili babası hakkında yazdığı kitabı Alexiad’da dile getirmişti ya; daha bilgece dile gelişini, çağımızın mütefekkir şairi T. S. Eliot’a borçluyuz:
Tarihi olmayan bir halk, kurtarılamaz zamandan,
Çünkü tarih, düzenidir zamansız anların…
Bir tarihiniz yoksa, zamanın isimsiz anları içinde oradan oraya serbest moleküller gibi savrulursunuz çünkü. Diğer bir deyişle, zaman, tarih aracılığıyla avlanır. Bir toplumun, bir milletin, bir halkın nirengi noktası haline gelir. Zamanın sellerinde sürüklenip gitmekten ancak zamana direnir, onun uğultusu içinde yine de kendi şarkınızı söylemeye devam eder hale geldiğinizde kurtulursunuz; yani kendinize yeni bir zaman, doğal zamanın ötesine geçip bir “toplumsal zaman” oluşturduğunuzda… Aslında tarihin sürekli olarak elini akıl ceplerimizde dolaştırıp kafamızı karıştırmasından da, yine geçmişi fetihle kurtulursunuz.
Feylesof Michel De Certau mu sarf etmişti o pusula-kelamı: “Tarih ancak tarihle fethedilir”. Bizim gibi tarihini “tarih ile” fethedememiş, onu siyasetin ve ideolojinin taştan yontulmuş kaba savaş baltalarına emanet etmiş toplumların yakasını bırakmaz bir türlü tarih. “Baltacı-Katerina derbisi” gibi bir o köşe başında çıkar karşımıza, bir bu köşe başında. Korkarız onun hakiki yüzüyle karşı karşıya gelmekten. Korkarız ama, bir şekilde karşılaşmayı da hep arzu etmişizdir. Yanımızda yürümesini değil de, en ummadığımız bir yerlerde bize “ce!” demesini isteriz ve bu yüzden de onun zatından ziyade gölgeleriyle yaşamayı seçeriz.
Ve sonuçta, gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınmak; tarihin hep gündemimizde kalması, lâkin akıl soframıza zinhar bağdaş kuramayışı sonucunu getirmiştir. Çünkü her ne kadar parlak bir “geçmişe” sahip bulunuyorsak da, maalesef henüz tarihini inşa edememiş bir toplumuz ve zamanın öğütücü seylabesinden kurtulmak için hep bir yerlerde var olduğuna inandığımız tarihin tutamağına insiyakî bir hareketle sarılmak arzusuyla yanıyor, kıvranıyoruz. Sürüklendiğimiz zamanlarda ona muhtaçlığımız daha keskin bir açlıkla belli ediyor kendisini. (Hatırlayın, 26 Mart 2002 tarihinde Filistin’de BM çatısı altında görev yapmakta olan Cengiz Toytunç adlı bir binbaşımız şehit edildiğinde, Star ve Zaman dahil birçok gazete, bir tür bilinçaltının aniden dışa vurması gibi, bu haberi, “100 yıl sonra ilk hava şehidimiz” şeklinde vermişti! Halbuki ilk hava şehitlerimiz Fethi ve Sadık Beyler 27 Şubat 1914’de şehit düşmüş ve Şam’da Selahaddin Eyyubi türbesinin haziresine defnedilmişti. Aradaki 12 yıl fark da basınımızın yuvarlama huyu göz önüne alınırsa fazla mühim sayılmamalıdır!) Durulduğumuz demlerde ise yine umursamaz bir edayla sırtımızı dönüyoruz ona. Bu minval üzere problemli bir “metres” ilişkisi doğuyor aramızda. Tek taraflı bir arzu nesnesi olup çıkıyor bu yüzden tarih. Arzu nesnesi, korku nesnesi…
Oysa tarih, “orada” bir yerlerde değil, “burada”, bizimle beraber olmalı değil midir? Ve ancak bizimle beraber gezerken, yüzlerimiz birbirine bakarken, gözlerimizdeki ışık çarpıştığında onun varlığını her daim hissetmemiz gerekmez mi? Ve ancak o zaman, “zamandan kurtulma” dediğimiz işlem ete kemiğe bürünmeye koyulmaz mı?
Velhasıl, zamanı yenmek için “geçmiş”imizin olması yetmez; mutlaka bir tarihimiz olmalı. Zamanın öğüten, un ufak eden kahhar akışından varlık evimizi sıyanet edebilmek için selin üzerine tanıdık bir havuz yapmalıyız kendimize mahsus. Aldous Huxley’nin Ada adlı romanında yazdığı gibi, tarihi “ora”dan “bura”ya, yani yanımıza çağırmalı, ama sonra da yine aramıza belli bir mesafe koymasını bilmeliyiz. “Orada”ki tarih susmalı; “burada” bizim aramızda konuşmasını bilmelidir.
Bizim durumumuzda tarih “orada” belki; lâkin gölgesi, hayaletleri hep “namusumuza mahrem” kalıyor. Bu yüzden de onunla aramıza -bilinçli ve iradî bir tavır olarak- sağlıklı bir mesafe koyamıyoruz bir türlü. Oysa gerçek tarih bilinci, tarihi “ora”dan “bura”ya getirirken, aynı zamanda kendi irademizle, araya belli bir mesafe koymaya başladığımızda boy atmaya başlar.
Zaman tarihe dönüşürken, insanın nabız vuruşları duyulur. Zaman, insanlaşmaktadır. Zamanlarını bir tarihe dönüştüremeyen toplumlar, tarihle aralarına mesafe de koyamadıkları, daha doğrusu koyamayacakları için onunla saç saça, baş başa kavgalıdırlar. Ama tarihleri yoktur ortada yine de. Tarih, davetsiz bir misafir gibi beklenmedik zamanlarda ortaya çıkar ve onu inşa etmeyen toplumların umacısı olur…
“Tarihi olmak”, tarihi “ora”dan “bura”ya getirirken, onun korkutucu ve dahi diriltici kuvvetlerinden de emin olmak, denetlemesini bilmek demektir. Zaten tarih bunun için öğretilmez mi biraz da: Geceleri rahat uyumak için… Her gece yeni bir kâbus görmemek için…