Einstein’ın beyni

Einstein’ın beyni 
Bugün bilimden söz eden insanların çoğunun onu kendi başına çalışan devasa bir yaratık, özerk bir özne (eskilerin deyişiyle fail-i muhtar) gibi gördüklerini gözlemlemek zor olmasa gerektir. Gerek yazılı ve görsel basından, gerekse popüler bilim neşriyatından gündelik dile kadar sızmış bulunan bilimin bir özne(fail) olarak algılanış biçimi, onun temelde bir insan faaliyeti olduğunu, bu faaliyet üzerinde insanın denetimi bulunduğunu unutmakta; sonuçta “bilim diye adlandırdığımız bir Büyük Varlık’ın kendi başına, otomatik bir fabrika gibi insandan bağımsız olarak üretimini sürdürdüğünü farz etmektedir.

Şakir Kocabaş’ın yıllar önce (1983) yazdığı bir makaleyi hatırlıyorum. Başlığı son derece çarpıcıydı: Bilim Kimdir? Şu örnekleri sıralıyordu yazar günlük dildeki bilim tasavvurlarınadair:

Bilim şunları şunlarıyapmıştır.

Bilim şu şu hükümleri vermiştir.

Bilim bize şöyle şöylesöylemiştir.

Efendim, bilime göre

Bilimin bize açıkladığı şu şu şeyler.

Bunların mecazi yahut istiareli ifadeler olduğu da pek söylenemez yazara göre, çünkü insanlar bu ifadeleri kullanırken bilim diye bir “varlık”tan, somut bir özneden söz etmektedirler. “Filanca bilim adamı (veya adamları) şu konuda şu şu şartlar altında yaptıkları araştırmalar sonucunda şöyle bir sonuca ulaşmışlardır” ifadesi daha bilimsel bir ifadeyken, “Bilim şu konuda hükmünü vermiştir”e dönüşünce iş, artık bilimin ihtiyatlı olması gereken dilini bırakıp “dini” bir ifade biçimine bürünmüş olur. Yoksa “Kur’an’ın bu konudaki hükmü şudur ” ifadesiyle “Bilimin hükmü şudur ” ifadesi arasındaki söylem benzerliği bilimin dini ifade alanına tecavüz ettiğini mi gösteriyor?

Eğer Paul Tillich’e inanmak gerekirse, evet. Efsanenin (mit) dini bir ifade biçimi olduğunu söylüyor Tillich. Ancak efsaneler, en geniş anlamında dini olanla örtüşürken, 18. yüzyıldan itibaren bilimin efsaneleştirildiğine şahit olmak da ilginçtir. Modern bilimin buluşlarından etkilenen Fontenelle gibi popüler bilim yazarlarının ve A. Pope gibi şairlerin bilimi neredeyse yeni bir din ve yeni bir mitoloji gibi kurguladıkları görülüyor 18. yüzyılda. Pope’un, ünlü

Tabiat ve kanunları karanlığındayken gecenin

“Newton olsun” dedi Allah ve aydınlandı her şey mısralarında dile geldiği gibi Newton’un dünyayı aydınlatan biliminin Allah tarafından gönderildiği tarzında bir yaklaşım egemen olmaya başlamıştır bilimle ilgili edebiyata.

İyi de, bütün bunlar bilimin dışında olan biten şeyler, bunlardan bilime ne?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Haklı olabilirsiniz. Belki de, Newton’un kendisi, böyle bir konuma oturtması için şiir sipariş vermemişti şaire; belki de o kendi işinde gücündeydi. Ancak 18. yüzyıldan itibaren bilim çevresinde örgülenen bu parlak ilerlemeci söylemin etkisi o kadar güçlü olmuştur ki, hala bütün bu efsaneler karmaşası içinden gerçekten bilim olanı seçip ayıklamak normal bir insan için neredeyse imkansız hale gelmiştir. Bilim, insanları aydınlatacak yerde, onları teshir etmek, yani büyülemek uğruna, üzerlerinde tasarrufta bulunmaya yetkili bir özne konuma oturtulmuştur.

Bilim ve bilimsel efsaneleri birbirinden ayırt etmek ve arka planına eğilmek, bilimin değerini düşürmeyecek, aksine onu tasarrufumuz haricinde işleyen bir fail olarak tasarlamak yerine, “Beşer şaşarsözünü haklı çıkartacak bir faaliyet olarak düşünmemize imkan tanıyacaktır. Einstein’in beynini, bu “tüm beyinlerin en güçlüsü ele geçirmek için Amerika’daki iki büyük hastanenin nasıl kavga ettiklerini nakleden Barthes, haklı olarak beyninin (burada bilimi sembolize etmektedir) Einstein’ın kendisinden daha değerli tutulduğunu, onun kendi beyninin (ne kadar ‘kendi’ beyniyse artık!) basit bir dipnotu olmaktan kurtulamadığını söylemektedir. Einstein bu dünyayı un ufak edip öğüten “muazzam” beynin “taşıyıcısıolduğu için değerlidir ancak.

Bunun ne kadar gayri insani bir tutum olduğunu söylememe hacet kaldı dersiniz?

Not: Bu yazıda İlhan Kutluer’in Modern Bilimin Arka planı (İnsanYayınları, 1985) adlı değerli çalışmasından yararlanılmıştır.

Bir cevap yazın