Aşkın simyâsı

Muhammed adlı bir arkadaşım anlattı:

 “Camide oturmuş, aşk hakkında konuşurken

Sumnun Muhibb’i dinliyordum.

Yanına küçük bir kuş sokuldu.

Çok yakınına geldi. İyice yaklaştı. Geldi, eline kondu.

Sonra bütün gücüyle gagasıyla yere vurdu,

öyle ki ağzından  kan geldi ve öldü.”

Allah o kuşa bu şeyhin sözünü anlama gücünü vermişti,

 işte aşka dair sözlerin etkisi o kuşta böyle olmuştu.

İbn Arabi, İlahi Aşk

Söz ne zaman büyüdür? İçimizden dış dünyaya zerk ettiğimiz bir iksir kıvamını kazandığı zaman mı? Sözün yalımı kulak zarımızı delip kalbimizi bir zar gibi kuşattığı zaman mı? Âriflerin görüşüne göre Söz, ancak o zaman hakiki bir nüfuz kudreti kazanır insan üzerinde. Okyanusların diplerini tarayarak geldiği içindir ki, inciler saçar etrafına cömertçe. Yandığı içindir ki değdiği yer veya şey yanmaktan kurtulamaz. Bu, kuş olsa bile…

Kuş, bize göre etten, kemikten ve kanattan müteşekkil bir varlık. Oysa âriflerin lisanında bu “ten” tarafı vurgulanmaz bile. Onun sırf yaratılmış olmasından dolayı olduğu şey olmadığı, dahası, olduğu şeyden ibaret olamayacağı haykırılır. Söz, kuş olur, kuş da söz. Hâce Kirmânî’nin dilinde söz kuşu, melekleri avlayan bir kartal kesilir. Hatta Mevlana’nın dilinde, meleklerin aşı ekmeği olur:

 Sözlerim meleklerin gıdasıdır. Konuşmayacak olursam, aç kalır melekler, “Konuş, niye sessiz kalıyorsun?” diye çıkışırlar bana.

 Çünkü Mevlana’nın sözleri sarhoş olmuştur diliyle kalbi arasında gidip gelmekten (Esma zikrinden). Başları dönmüştür içtikleri mânâ pınarlarından: “Kelimelerim sarhoştur, kalbim sarhoş…” demesi bundandır.

Söz, harflerin ve seslerin sınırlamalarından kurtulduğunda hakiki anlamını bulacaktır. İşte böyle “söylendiğinde” kuşları intihara sürükleyecek, melekleri avlayacak, hatta meleklerin ekmeği olacaktır. “Büyü”, kelimelerin büyüsü o zaman başlayacaktır hükmünü icra etmeye.

Yine İbn Arabi’ye dönüyoruz. Anlatıyor Şeyh-i Ekber:

Bir şeyhin huzuruna çıkar âşığın biri. Şeyh, sevgiden, aşktan dem vurmaktadır. Şeyh konuştukça, alevden birer ok gibi kelimeler saplanır âşığın bağrına bir bir. Şeyh konuşur, âşık erir. İncelmeye başlar bedeni. Hatta ip gibi bir su olup akar oracıkta. Bütün cism ü cânı şeyhin önünde çözülür, erir ve küçük, küçücük bir su damlasına dönüşür. O sırada Şeyhin bir müridi uğrar odaya. Konuşmaya devam etmekte olan Şeyhin yanında kimse olmadığını görünce merak eder ve sorar: “Buraya gelen adam nerede?” Şeyh de suyu gösterir ona ve ekler: “O adam işte şu sudur!” Ve olan biteni anlatır kendisine.

Bu garip erimenin “insan”ı (İbn Arabî’nin burada ‘sıradan insan’ı kasdettiği besbellidir) hayrete düşürücü ve şaşkına çevirici nitelikte olduğunu belirttikten sonra Şeyh-i Ekber, bu rivayetin üzerine bütün bir aşk felsefesinin özünü giydirir. Şu her zaman olduğu gibi ilginç ve derin bakışla yorumlar bu durumu:

 O adam “kesafet”ini öylesine kaybetmiş ki sonunda bir su damlası olmuş, yani aslına, ilk şekline dönmüş. İlk önce o su ile diri bir varlık olmuştu. Şimdi de tıpkı Allah’ın, “Biz her canlı şeyi sudan yarattık” (Kur’an 21/30) buyurması gibi her şeyi dirilten su şekline dönmüş oluyordu. Öyleyse buradan şu sonuç çıkmaktadır: Âşık, her şeyin kendisiyle dirildiği, canlandığı bir varlıktır.”

Kelimelerin erittiği bu beden, bu su, bu diriltici kudret bizi tahmin ettiğimizden daha dinamik bir göstergeler topluluğunun içerisine davet etmektedir. Ancak buradaki anahtar kavram olan “aşk”ın günümüzde ayağa düşmüş bulunan ve Pazar günleri gazete eklerinin usandırıcı tekdüzeliğine mahpus o “aşklarımız, aşklarımız, aşklarımız”dan dikkatle ve titizlikle ayrılması gerekmektedir. Aksi halde, âriflerin kaçınmamızı ısrarla vurguladıkları vahim tuzaklar, aşkımsı’ların bizi kuşatması kaçınılmaz olacaktır.

Öyleyse nasıl anlamalıyız bir erkeğin bir kadına veya bir kadının bir erkeğe olan aşkını? Ve bu aşkı, İbn Arabî’nin, Mevlânâ’nın, hatta İbn Hazm’ın anladığı aşktan nasıl ayırd edebiliriz?

İbn Arabî, bize üç çeşit aşkın farkını ortaya koymuş ve bu yolda ideal bir rehber olduğunu göstermiştir. Aşk kelimesi, İbn Arabi’ye göre “gündüzsefası” veya “çitsarmaşığı” anlamına gelen aşaka adlı otun isminden gelmektedir Arapçada. Bu ot, yakınındaki bir cismi (ağaç, sırık, artık ne olursa), dört bir yandan kuşatacak kadar sararmış. Aşk da bir sevgilinin, kendisine dayanan âşığın bütün dünyasını sarıp sarmalaması anlamına gelmektedir bu yüzden. Seven kişinin gözü sevgilisinden başkasını görmez; tıpkı bir ağacı boydan boya kaplayan sarmaşık gibi sarmıştır onun varlığını çünkü.

İbn Arabi üç çeşit aşktan söz etmiş ve bu aşk çeşitlerini yine kendine özgü bir tarzda açıklamıştır: Tabii aşk, ruhanî aşk ve İlahi aşk.

İbn Arabi’ye göre aşk, tecelli ölçüsündedir, tecelli ise marifet ölçüsünde. Böylece aşkın içinde basamaklar oluşur. En üstte, en büyük “zevk” olan İlahi Aşk vardır. En altta ise seven kişinin bir varlığı, onda kendi nefsi için bulduğu mutluluk ve zevkten dolayı sevmesini gerektiren Tabii Aşk vardır. Burada seven ile sevilen, ayrı durmaktadır hâlâ. Sevgiliyi sevgili için sevme yoktur burada; sevenin kendisi ön plandadır. Onun içindir ki bu sevgi, tabiîdir. Başka bir deyişle tabiattaki pek çok başka varlıkla paylaşırız bu özelliği.

Bencillik, ego’nun ön planda tutulması ve sevenin kendi benlik kafesinden kurtulamaması gibi özelliklerle tanımlarız bu sevgiyi. İbn Arabi, aşkın bu “ilkel” veya başlangıç mertebesini “hissî” diye niteler. Gayesi, sevgiliye kavuşmaktır. Gerçi her türlü sevginin ortak gayesi sevgiliye kavuşmaktır ama burada kavuşmak, ikiliği aşmaya yetmez. Sevgilide bir sevgi husule getirip getirmemesi önemli değildir ilk planda. Olabilir de olmayabilir de. Kısacası, bir “sahip olma” ilişkisi söz konusudur burada. Ve tek taraflılık.

İbn Arabi’nin bu aşkı diğerlerinden ayırmak için koyduğu ölçü ise şudur:

Bir üçüncü kişinin aşkla ilgili sözleri, âşık üzerinde hiçbir etki uyandırmıyorsa, o aşk tabii bir aşktır. Çünkü insanın sadece tabiî yönü, değişimi ve etkilenmeyi tepki göstermeden kabul eder.

 Bu sözleri biraz açmak gerekirse İbn Arabi şunu söylemeye getirmektedir:

Aşk hakkındaki sözler, sözün büyüleyici gücünü kazandığı için ve insan da ruh tarafıyla İlahî bir öze, beden tarafıyla da cismanî ve tabiî bir özelliğe sahip olduğu için onun ruhanî ve İlahî yönünde mutlaka bir tesir husule getirecektir. Etkisiz kalması mümkün değildir insan üzerinde; ama eğer aşkı sadece tabiî aşk değilse. Sadece tabiî ve cismânî bir aşksa, en derin aşk hikmetleri bile değemeden geçecektir onların kulağına. “Çünkü insanın sadece tabii yönü, değişmeyi ve etkilenmeyi tepki göstermeden kabul eder.” Bir ürperti, bir heyecan uyandırmaz onda. Bu ise onun hâlâ hakiki aşkın kapısından içeriye giremediğini gösteren en keskin belirtidir.

Fakat Şeyh-i Ekber’e göre, aşk basit değil, mürekkep bir şeydir. Tabakaları ve makamât’ı vardır; halleri, sıfatları, belirtileri, vasıfları vardır. Üç aşk çeşidi saymasına rağmen bunları birbirinden kopuk olarak da ele almaz; birbirinin içine sızmış, nefesleri birbirine değmiş, birbirini etkilemişlerdir ve bir kere ulaşılınca ebediyyen oraya çakılmak gibi bir sabitliği de söz konusu değildir. Hepsi birbiri içinde erir, dozajı yükselir veya düşer. Anlar, zevk anları vardır.

İbn Arabi’nin dünyası, görüldüğü gibi son derece dinamik bir dünyadır. Arayışın sonu, ucu ve sabitliği yoktur. Her şey Merkezin incizabına kapılmıştır; yükselmek ister ama istidadınca yükselebilir ancak. Yerinde kalanlar ile yükselmeye, kendini gerçekleştirmeye ve varlığının gereğini yerine getirmek isteyene açık bir süreçtir bu. Daha doğrusu açık uçlu bir süreç…

Bir yerde simyacıların çabalarını da bu eksene oturtmak mümkündür. Simyagerler, modernlerin zannettikleri gibi, gözlerini hırs bürümüş altın arayıcıları olmaktan çok uzak olan soylu bir kadîm mesleğin mensuplarıydı. Onlar tabiattaki varlıkların, çeşitli varlık tabakalarına ait olarak yaratılmış olduklarına inanıyor ve aslında her varlığın, ait olduğu varlık tabakasından daha üst varlık tabakalarına doğru bir yükselme arzusu içinde bulunduklarını düşünüyorlardı. Dolayısıyla bu genel gelişme şemasında belli bir varlık tabakasında takılıp kalmış olan bir varlığın içerisindeki tortuları eritip onu en saf maden olan altına dönüştürme pratiğinin adıydı simyagerlik. Kendi imkânlarıyla gelişme fırsatını bulamamış varlıklara ilişkin bir tür “acil yardım operasyonu” olarak da nitelendirilebilir simyacılık.

Aynı süreci insanların dünyasına uyguladığımızda benzer bir işlemin bu defa maneviyat ulularınca gerçekleştirilmekte olduğunu görürüz. Nitekim Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde insanların “madenler gibi” olduğunu söyleyerek simyevî analojinin İslamî tasavvur dünyası için de geçerli olduğuna işaret etmiş oluyordu. Aslında yükselme istidadı olan ve önü açılsa vücudunda taşıdığı tortuları temizleyebilecek birisinin bir Şeyhin delaletiyle takıldığı noktadan kurtarılması ve önüne kendini arındırması ve altınlaşması imkânlarının açılması pratiğidir tasavvuf ve onun kurumlaşmış yüzü olan tekkeler. Burada bir Şeyhe intisab eden mürid, simyagerin önündeki bir maden gibidir. Şeyh ise simyager.

Taştan, topraktan başlayarak en latif varlık tabakalarına kadar geçerli olan bu inanç, İbn Arabi’nin aşk doktrininin de fonunu oluşturur. Dolayısıyla onun doktrininde üst ve alt varlık tabakaları, aşkla ilişkileri bakımından bir çekim ilişkisi içinde değerlendirilir.

Bu noktada tabii aşk, cismanî varlık tabakasında da olsa, bir hareket demektir ve hiç âşık olmayanlara kıyasla, yükselme arzusu ve iştiyakının bir belirtisi olarak karşımıza çıkar. En azından bir kıpırtı. Kendisinden başkasına açılmayı, onun varlığını tanımayı ve onun varlığında kendisinde mevcut olmayan bir zenginliğe erişmeyi amaçlaması bakımından tabii veya hayvani de olsa aşkın bu ilk basamağı makbul sayılır. (Emanuel Levinas’ın başkasını tanıma, başkasında var olma ve sonsuzluk (infinity) hakkında ilginç düşüncelerini hatırlıyorum ister istemez burada.)

Ne var ki İbn Arabi, en üst basamağa ulaşmış, İlahi Aşkı tatmış birisi sıfatıyla konuşur ve bu aşk düzeyini olumlu bulmakla birlikte yeterli görmez. O, Allah’ın kendisine “sevgiden büyük bir pay” verdiğini söyler. Bu payın büyüklüğünü, aynı zamanda akıcı ve buharlaşıcı bir şey olan “aşkı tutabilme gücü”nün de kendisine verildiğinden çıkartabiliriz. İlahi aşkın kaybolmaması, kendi varlığında mahfuz tutulabilmesi, en büyük mazhariyetlerden biri olmalıdır. İbn Arabi, eriştiği aşk düzeyini bize aşağıdaki sözlerle tasvir edecektir:

Vallahi ben sevgide öyle bir şey buluyorum ki, hayalimdeki o sevgi gökyüzünde olsaydı hiç kuşkusuz gökyüzü çatır çatır çatlardı. Eğer bu aşk yıldızlarda olsaydı yıldızlar parçalanır, parça parça [yere] düşerdi. Eğer bu aşk dağlarda olsaydı dağlar yerinden kalkar yürürdü. İşte ben böyle bir sevgiyi yaşadım. Allah o sevgiyi miras alanlardan bana öyle bir güç, öyle bir kuvvet verdi ki, o, âşıkların özüdür. Ben o güç içinde, kendimde öyle şaşırtıcı haller gördüm ki hiçbir kelime onu tasvir edemez.

Fakat aşkın bu çetin zirvesine ulaşabilenler nadir insanlar olmalıdır, çünkü insanın kendisini fâni yapan unsurların bütün özelliklerinden tecerrüd edebilmesi gereklidir buna ulaşabilmek için.  Bu noktaya varmadan, yani İlahi Aşkı, başka bir deyişle “aşkın özü”nü tatmadan, tatmaktan da öte, onun vücudunu kendi vücudunda taşımaya kadir olmadan önce geçilmesi gereken bir başka aşama vardır. İbn Arabi, buna “ruhanî aşk” adını vermektedir. Zira sözlerin, aşk sözlerinin insana tesir edebilmesi için eser miktarda da olsa tabiî unsurun bulunması lazımdır. Bu ise insanda hâlâ yükselme ihtiyacının bulunduğu veya simya terimleriyle söylersek, kendisini bulunduğu noktada tutan tortulardan sıyrılamadığı anlamına gelmektedir. İşte şair Nef’î’nin, “sinesi saf olmayanlar” dedikleri, henüz bu aşamada konaklayanlardır.

Burada şeyhinin karşısında eriyip bir damla su kesilen mürid metaforuna dönelim yine. Tabii aşk aşamasında olanlar, üçüncü bir kişinin aşk hakkındaki sözlerinden etkilenmezler demişti İbn Arabi. Oysa bu mürid, şeyhin aşk sözlerinden erimiş, her şeyin kaynağı olan bir su damlasına dönüşmüş, böylece dirilticilik özelliğini kazanmıştı. Bunun sebebi ise müridin, şeyhiyle konuşmadan önce de aşkla zaten sıfatlanmış durumda olmasıydı. Yani aşk, onun bedenini kontrolü altına almış durumdaydı. O olaydan önce tabii aşk aşamasını geçmişti ama vücudunda tabiiliğin tesirleri, yani “et ve kemik” hala mevcuttu. İşte bu et ve kemiğin mevcudiyetiydi zaten suya dönüşen şey. Eğer sadece tabii aşk düzeyinde kalsaydı, sözler kendisine tesir etmeyecekti. Ve eğer İlahi Aşk’a (İbn Arabi’nin tattığını söylediği “aşkın özü”ne) erişmiş bulunsaydı, eriyecek hiç bir şeyi kalmamış olacaktı. Demek ki mürid, bu ikisinin arasında bir yerdeydi. İşte bu aradaki sevgi aşamasına “ruhânî aşk” adını vermektedir Şeyh-i Ekber.

Bir de kendi dilinden aktaralım bu süreci:

Öyleyse o şeyhin sözlerinden önce de o âşık, aşkla zaten sıfatlanmıştı. O olaydan önce et ve kemikken, onu bir suya çeviren bu erime işi, onun vücudu üzerinde oldu. Eğer onun sevgisi İlahi sevgi olsaydı, şeyhin harflerden oluşan kelimeleri onun üzerinde böyle bir etki yapmazdı. O sözlerin bu ince anlamları onun ruhaniyetini coşturmazdı. Dolayısıyla o âşık, aşk konusundaki davasından haya etti ve kalbinde haya ateşi yandı ve öyküde anlatıldığı gibi, su oluncaya kadar bu, onu eritmeye devam etti.

Yani tabii aşk aşamasında insan nasıl aşk sözlerine karşı gayesinin “tenselliği” yüzünden duyarsız kalıyorsa, İlahi aşk aşamasında da bu defa ulaştığı “letafet” yüzünden sözler ona değmez olur. Sözün içindeki ateş hem tabii aşka, hem de İlahi aşka bulanmış olanlara tesir etmez. Peki kimlere tesir eder, kimlerle konuşur söz kuşları?

El-cevap: Ruhani aşka müptela olanlara. Zira bu aşamada sevgi, hem tabii cepheden, hem de İlahi cepheden unsurlar, parçalar taşımaktadır. Böylece ruhanî aşkta kişi, sözlerin yakıcı etkisine maruz kalırken, tabii aşkın cismanîliğinden çıkıp İlahi aşkı tanıma fırsatını da elde etmiş olur.

Zira müridin maruz kaldığı erime ancak kendi varlıkları olanlarda, ferdlerde gerçekleşir. Ferd olmak, bir ayrılığı kaçınılmaz kılar sevgili ile arasında. Sevgilisine kavuşmuştur ama onunla tam bir vuslata erememiştir, sen ile ben arasındaki sınırı hâlâ eritememiştir.

İbn Arabi psikolojisinin gerçekten de dinamik bir çok kutupluluk içerdiği açıktır. Ona göre ruhanî sevgi, ilahi sevgiyle tabii sevgi arasında bir ara noktadır. İlahi sevgi, varlıkta değişmez olarak kalırsa da o varlık bir yanıyla tabii sevgiye de bağlı olduğu için onun üzerinde değişikliğe sebep olabilir. Fakat yine de onu fenâ, fâni olma haline ulaştırmaz, çünkü fenâ, fâni olma hali tabii sevgi alanından gelen bir özelliktir. Varlığın bekâ, bâki olma hali ise öbür kutuptan, yani İlahi sevgi yönünden gelir.

Bütün bunları açıkladıktan sonra Şeyh-i Ekber’in ulaştığı sonuç ise şudur:

İlahi sevgiye tutulan âşık cisimsiz bir ruhtur; Tabii sevgiye tutulan âşık ise ruhsuz bir cisimdir. Ruhanî sevgiye tutulan âşık ise hem cismi, hem de ruhu olan bir varlıktır.

Böylece ruhanî sevgi, iki kutba da açılan bir pencere gibidir. Bu yönüyle de daha fazla açıklanmayı hak etmektedir.

Tabii aşkta âşık, sevgilisini sadece kendisi, kendi nefsi için seviyordu. İlahi aşkta ise kendisi yoktur artık, sadece O vardır. O’nun dışındakiler silinmiştir. Ruhani sevgi ise sevgilisini hem onun için, hem kendi nefsi için sevme durumunu seven kişide bir araya getirdiği için karmaşık bir yapı arz eder.

İbn Arabi’ye göre bir sürü seven vardır, hatta bütün yaratıklar bile sevmekte fakat sevgilerinin kime yönelik olduğunu bilmemektedirler. Sevgilerinin yöneldiğini olduğunu düşündükleri varlıkla aralarında karşılıklı bir ilişki olduğunu düşünürler ama bu bir vehimdir. Bu kişiler ve varlıklar aslında kendi nefisleri için sevmektedirler.

Ruhanî sevgi, tabii sevgi ile İlahi sevginin arasını birleştirir. Kendi nefsi için olan sevgi ile sevgiliye hasredilmiş sevginin arasını da birleştirir. Bu ise ruhânî sevginin köprü kurma özelliğini verir bize; yahut erken Wittgenstein’ın sonunda susup kalmasına yol açan merdiven dayama işlevini hatırlatır.

İşin aslına bakılırsa İbn Arabi, tabii ve ruhanî aşamalarda seven insanların, âşıkların sevginin gerçek adresini bilmedikleri, hatta bilemeyecekleri kanaatindedir. Son derece hayatî bir noktayı tam da belinden kavrar burada. “İnsanlar neyi sevdiklerini ve sevdikleri varlığın hangi varlıkta bulunduğunu” bilmezler der. Onlar bir varlığı sevdiklerini sanmaktadırlar. Oysa bu bir zandan başka bir şey değildir.

Ne demek istemiştir bu ilginç sözlerle? Anlayabildiğim kadarıyla şunu:

Hani gündelik hayatımızda da hep yaparız ya, “Beni unutma” deriz, “Seni seviyorum” deriz, “Sadece sen varsın” deriz vs… Bütün bunlar, aslında İbn Arabi’nin gözünde adresini şaşırmış mektuplar gibi dünyaya salıverdiğimiz aşk salgılarıdır. Onlar, çok daha temel ve varoluşsal (egzistansiyel) bir düzeyde, hissettiğimiz ama bir türlü tarif edemediğimiz veya bulamadığımız bir büyük dayanağın fıkdânında, kaybedilmişliğinde işe yarayacağını umarak dünyanın içine tutunmak amacıyla saldığımız sarmaşıkların kolları gibidir. Bu sözlerle biz aslında yalnız olduğumuzu, bağlanma ihtiyacını içerisinde bulunduğumuzu ve kendimizi kaplayacak bir “Aşaka otu”na muhtaç bulunduğumuzu haykırmaktayızdır. Ve onu aslında İlahî aşkta, tabii olanın da, ruhanî olanın da ötesindeki hakiki aşkta bulabilecekken, gözümüzdeki perdeler, sınırlı idrak gücümüz ve bizzat kendi varlığımızın bize bir perde teşkil etmesi yüzünden gerçek adresini şaşırırız. Onu şimdi ve burada bulabileceğimiz sanırız ve aldanırız.

İlahi aşkın dikey eksenine ulaşamayınca, içimizdeki ihtiyaç, sevgi ihtiyacı, yalnızlığın giderilmesi ve bir başka varlıkta kendimize açılan bir pencere, bir kendimizi gerçekleştirme imkânı yakalama arzusu bunu yatay düzlemde ele geçirmeyi amaçlar ve tutunacak dal olarak sevgi kelimelerine sığınır. Bütün o “seni seviyorum”ların, “beni unutma”ların kökeninde bu temel açlık yatmaktadır. (Levinas, sonsuzluk fikrinin başkasıyla ilişkimizde ortaya çıktığını belirtirken bu ince noktaya varmayı hedeflemektedir.) Daha doğrusu bu temel açlığın nerede ve nasıl giderileceğini bilemediğimiz içindir ki, onu yanlış adreslerde aramak durumunda kalırız.

Bu, aşkın büyük serüveni için iyi bir kalkış noktasıdır haddizatında. Hararetin hissedildiği noktadır. Yanma başlamıştır ama gerçekte hangi yangının başlangıcı olduğunu bilmek ancak Ruhanî aşkta parça parça zevkine varılan ama İlahi aşkta doya doya yaşanan büyük harfle AŞK’ın içinde mümkündür. Yani âriflerin aşkında:

Âriflerin aşkına gelince, görünüşte o aşkın bir izi, bir eseri yoktur, çünkü ma’rifet, sadece ârif âşıklara verilen ve sadece onların bildiği sır gereğince, tabii sevginin izlerini siler süpürür. Ârif olan âşık diri kalır ve ölmez. Mücerred bir ruhtur o. Ârifin taşıdığı aşktan tabiatın bir haberi yoktur. Aşkı, ilahi aşktır, rabbanî şevktir. Allah’ın “Kuddûs” ismiyle güçlenmiştir. Duyulur (duyularla kavranılır) sözlerin (el-kelâmu’l-mahsûs) tesirlerinden güvencededir.

Bir başka ârife kulak verelim öyleyse. Şöyle diyor Divân’ında Mevlana:

Aşk nedir? Sonsuz susama. Öyleyse gel de sana Hayat Suyunun (Âb-ı Hayât) ne olduğunu anlatayım.

Birbirine “Seni seviyorum” diyen dudaklar, aslında bu sonsuz susuzluklarının farkına varmış ama gürül gürül akan bir pınarın yanında terkos suyunu içmeye çalışanların halini hatırlatmaktadır İbn Arabi’ye, Mevlana’ya ve diğer aşk yolunu ciddiye alanlara…

Kuş ve kanat metaforu yolumuza ışık tutmaya devam ediyor. “Aşkın tuzağına düşmemiş birine sorma” diyor Mevlana, “o kanatsız bir kuş gibidir. Ne bilir kâinatta olan biteni? Zira o, bunu Bilenlerin ne bildiğini de bilmez ki.”

 Referanslar

Yazıda İbn Arabî’nin düşüncelerini açıklarken Şeyh-i Ekber’in şu kitabının çevirisinden yararlandım: İlâhî Aşk, Çeviren: Mahmut Kanık, İstanbul 1988, İnsan Yayınları.

Emanuel Levinas’ın ilgili düşünceleri başka kitaplarında olduğu gibi makalelerinden oluşan şu kitabında bulunabilir: Collected Philosophical Papers, Fransızcadan çeviren: Alphonso Lingis, Martinus Nijhoff Publishers, 1987.

Mevlânâ’nın aşk hakkındaki görüşleri, derli toplu bir şekilde William Chittick’in şu çalışmasında incelenmiştir: The Sufi Path of Love: The Spiritual Teachings of Rumi, State University of New York Press, 1983.

One Comment

  • Mehmet Hişyar Korkusuz

    16 Haziran 2014 at 04:28

    Maaşallah ne güzel bir toparlama ve ne özlü bir beyan olmuş. Aşk mevsiminde gönül ikliminde Aşkı Âlâ ve Zevki Mukaddes’ten yana nasibimiz bol olsun.Cereyan eden feyz,sirayet eden Nur ve daimi ikrama mazhariyetle İlahi Aşka yol bulanlardan olalım inşaallah.Selam,dua…Dr.Mehmet Hişyar Korkusuz,Berlin

    Cevapla

Bir cevap yazın