• Home
  • Genel
  • Çanakkale’de savaşmak zorunda mıydık?

Çanakkale’de savaşmak zorunda mıydık?

Çanakkale’de savaşmak zorunda mıydık?
Tarih sadece olayların içerisinde yuvarlanmak demek değildir. Tarihçilik, olayları sebep ve sonuç zinciri içine koymak demektir. “Çanakkale geçilmez” diye övünenden geçilmiyor ortalık. Lakin “İyi de biz Çanakkale’de savaşmak zorunda mıydık?” diye bir soru nedense yasaktır. Adeta doğal bir felaket gibi algılarız Çanakkale savaşlarını ve müsebbibini bulamayacağımızı düşünürüz.
Geçenlerde bir İngiliz gazetecinin, ülkesinin Çanakkale’deki hatalarını eleştirdiği kitabını okurken düşündüm bunları. Adam İngiltere’yi yönetenlerin basiretsizliğini acıyarak anlatıyor ve 18 Mart’tan sonra bombardımana devam edilseydi, savaşı kaybettiklerini düşünen Osmanlı komutanlarının direnmeyip teslim olacaklarından söz ediyordu. Sizin anlayacağınız İngilizler, iki gün önce Çanakkale’deki deniz kuvvetlerinin başına getirilen Amiral De Robeck’in korkaklık ve acemiliğine kurban gitmişti.
“Ne yani, şimdi biz koca Çanakkale zaferini bir Amiral’in basiretsizliğine mi borçluyuz?” dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Bir kere şunu ortaya koyalım: Çanakkale’de “Asım’ın nesli”, kahramanlık ve fedakârlığıyla olmazları oldurdu, İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin burnunu sürttü, mağrur Churchill’in yeni dünya düzenini geciktirdi, daha da çarpıcı olanı, Rus Çarlığı’nın çöküşünü ve Bolşevik Devrimi’ni hızlandırdı. Dünya tarihinin istikametini değiştirdiği bile söylenebilir. Asıl önemlisi, bu ülkenin yılgın çocuklarının kalplerine, hâlâ bir şeyleri başarabilecekleri azim, umut ve hissini yerleştirdi. Unutmayalım ki, İstiklal Savaşı’nın arkasındaki moral güç, Çanakkale’den devşirilmişti.
Lakin bunlar yine de “Biz Çanakkale’de savaşmayabilir, on binlerce gencimizi kara toprağa gömmeyebilir miydik?” sorusuna cevap olmuyor. Çanakkale’ye yönelik ilk İngiliz bombardımanı 3 Kasım 1914’te gerçekleşti. Peki neden önce Çanakkale’de başladı savaş? Bunu anlamak için isterseniz David Fromkin’in değerli çalışması “Barışa Son Veren Barış”ından takip edelim olayları.
İki Alman savaş gemisi Goeben ve Breslau, Ağustos 1914 başında Akdeniz’de İngiliz kuvvetleri tarafından takibe alınır. Çanakkale Boğazı’na doğru ilerleyen gemilere Osmanlı tarafı giriş izni vermezse arkadan yetişen İngiliz filosu ile karasularımızda bir deniz savaşı cereyan edecekti. Arkadan yardım da gelemeyeceğine göre bu iki Alman gemisi ya imha edilecek ya da teslim olacaktır. Sıkışan Almanlara 9 Ağustos’ta Said Halim Paşa bir çözüm önerdi. Gemileri satın almış gibi yapacak, böylece Almanların elini rahatlatacak, aynı zamanda Sultan Osman ve Reşadiye adlı savaş gemilerimize el koymuş olan İngilizlerin gözlerini korkutacaktık.
Çaresiz kalan Almanlar teklifi kabul ettiler ve gemiler Yavuz ve Midilli adlarını alarak 16 Ağustos’ta törenle bahriyemize katıldı. Ancak bizde dönemin “son moda” gemilerini kullanacak yetişmiş eleman olmadığından elmecbur Karadeniz filomuzun komutanlığına atanan Amiral Souchon ile subay ve mürettebatı “Osmanlı” yapıldı! Hep birlikte Alman Bahriye üniformalarını çıkartıp Osmanlı üniformalarını ve feslerini giydiler. Bunun üzerine Churchill 1 Eylül’de Türkiye’ye saldırı planlarına başlamak için kabineden yetki aldı. Öncelikli amaç, Çanakkale Boğazı’ndan çıkması durumunda iki geminin batırılmasıydı.
Böyle böyle bir Türk muhribinin İngiliz filosu tarafından Çanakkale açıklarında durdurulup arandığı 27 Eylül’e gelmiş olduk. Gemideki Alman mürettebatın varlığı İngilizleri çileden çıkartmıştı. Bu, Osmanlıların tarafsızlıklarını yitirdikleri anlamına geliyordu. Demek Osmanlı yöneticileri taraflarını seçmişlerdi ama çaktırmak istemiyorlardı. Sadrazamı devre dışı bırakarak Almanlarla gizlice anlaşan Enver Paşa, inisiyatifi tamamen ele geçirmiş, Liman Von Sanders’e Çanakkale Boğazı’nı kapatma ve mayın döşeme emrini vermişti. (Nitekim 1,5 yıl önce Bakanlar Kurulu toplantısını basıp Nazım Paşa’yı öldürten ve iktidara el koyan da kendisiydi. Yani aslında yasa dışı yoldan iktidardaydı.)
İngiltere yine de sabrediyor, savaş açmıyordu. Fırtınanın ayak sesleri duyuluyordu. Öte yandan Almanlar iki savaş gemilerini kaybetmiş ama Osmanlı Devleti’ni savaşa çekmeyi başaramamışlardı. Aslında Enver Paşa ve arkadaşlarının hedefinde, İngiltere değil, Rusya vardı. Bu ezelî düşmanımızı çökertmek ve Alman-Rus savaşının cephesini yaymak için düğmeye basılması gerekiyordu. Peki kim basacaktı düğmeye? O zamana kadar şansı yaver gittiği için hep kazanmaya alışmış olan Enver Paşa, kumarı devletin gövdesi üzerinde oynadığını unutmuş gibiydi. Kazanmak kadar kaybetmek de vardı bu oyunda. Ama o, kumarı sadece bahse girmek zannediyordu.
Nitekim 9 Ekim’de Alman Büyükelçisi Wangenheim’a, savaşa girilmesi hususunda Meclis’in desteğini arkasına aldığı teminatını verirken görüyoruz onu. Ekim ortasında savaşa gireceklerini de ekliyordu sözlerine. Ancak ordunun malî desteğe ihtiyacı vardı. Yani Almanlardan kesenin ağzını açmalarını istiyordu. 11 Ekim’de İttihatçı liderler Enver tarafından ikna edilmiş, 2 milyon altın lira geldiği takdirde Almanların safında savaşa girebilecekleri bildirilmişti. Altınlar gelmiş ama nasıl olmuşsa bu arada Talat Paşa kararından caymıştı. Ancak İngilizler saldırırsa savaşa girecek, aksi takdirde tarafsızlıklarını koruyacaklardı. O durumda bile Enver ve ikna ettiği Cemal Paşalardan başka kimse savaşa girme riskini üstlenmek istemiyordu. Enver Paşa Almanlar karşısında itibarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Nihayet Enver ve Cemal Paşaların gizli emriyle gemiler Karadeniz’e çıktı. Ateş açma emrinin kim tarafından verildiği bugüne kadar çözülememiş olmakla birlikte muhtemelen Souchon’un Almanya’dan aldığı talimat üzerine -Türkleri savaşa girmek mecburiyetinde bırakmak için- 28 Ekim’de Sivastopol ve Odessa limanları bombalandı. Buna cevap olarak Rusya 2 Kasım’da Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Ve Çanakkale açıklarında bekleyen İngiliz gemileri ertesi gün Londra’dan bombardımana başlama emrini aldılar. Tarihler 3 Kasım 1914’ü gösteriyordu.
Ancak olayları bu sırayla göz önüne getirince İngiliz gemilerinin neden ilkin Çanakkale’ye yöneldiğini ve savaşın ilk büyük kıyametinin neden bizim topraklarımızda koptuğunu anlayabiliyoruz. Tabii zeki ve cesur bir asker olan ama bir milletin kaderiyle kumar oynamanın ne kadar ağır bir sorumluluk gerektirdiğine dair en ufak bir fikri ve tecrübesi bulunmayan Enver’in, Çanakkale zaferi kazanıldıktan sonra “kahraman” ilan edilmesindeki garabeti de hatırlayalım. Şunu da hatırlatalım ki, aynı “kahraman”, İngilizlerin başkent İstanbul’u işgal edeceklerini haber alınca, kurtarmak için onca gencin kanını döktükleri vatanı, bir Alman istimbotuyla terk edip gidecekti. Yaverine söylediği son sözler, “Turan yapmak istedik, memleketi viran ettik” olacaktı.
Takvimler 1 Kasım 1918’i gösteriyordu. Günlerden cumartesiydi. Saat 23.00’tü. Boğaz’ın karanlığında kaybolan istimbot, can çekişen bir imparatorluğun kahramanlarını kaçırıyordu.

Bir cevap yazın