87. yılında Cumhuriyet’i sokaklardaki resm-i geçitlerle değil, çığ gibi büyüyen asıl ve korsan ‘resepsiyonlar’la hatırladığımız dikkatinizi çekti mi?
Artık yalnız Çankaya Köşkü’nün değil, gazetelerin, askerin, sivillerin ve tabii tatilcilerin ayrı ayrı Cumhuriyetleri var. Baksanıza, “Cumhuriyet” gazetesi bile resepsiyon düzenlemeye başlamış. Yeter ki başörtüsü olmasın, her şeye razılar.
“Cumhuriyet” gazetesi 27 Ekim’den itibaren Turgut Özakman’la yapılan bir söyleşiye yer verdi ki, hakikaten evlere şenlikti. Mesela Özakman’a göre Cumhuriyet döneminde “Sansür hiç olmamış”! Evet, hiç olmamış. ‘Peki daha Cumhuriyet kurulur kurulmaz konulan sansür neydi?’ diye sorası geliyor insanın. Ya da Takrir-i Sükûn döneminde süresiz kapatılan 10 gazeteye ne diyeceksiniz? İşin garibi, ilki yine bir Cumhuriyet Bayramı’na rastlayan 29 Ekim 1934’te olmak üzere, yani “Türk mucizesi” döneminde 3 kez kapatılan gazetenin adı da “Cumhuriyet”ti. (Bkz. Aysun Köktener, “Bir Gazetenin Tarihi: Cumhuriyet”, Yapı Kredi Yayınları: 2004, s. 33.)
Lakin şimdi 28 Ekim tarihli “Cumhuriyet”ten aktaracaklarım yanında bunlar hiç kalır. Güya Türk askeri Hatay’a girince kadınlar, askerleri kışlanın önünde durduruyor ve onlara ’20 yıl önce bu kışlayı saçlarımızla temizlemeden Türk askerini içeriye sokmayacağız’ diye ant içtikten sonra saçlarını kesip süpürge yapıyor ve kışlayı öyle temizliyorlar (neyse ki, Türkçedeki “saçını süpürge etmek” deyiminin buradan geldiğini eklememiş). “Şu kadınlara bakın”, diyor senarist-yazarımız, “Vatanından, bayrağından, devletinden uzağa düşmüş insanın çektiği acı ne müthiş bir acıdır.”
Neresini düzeltmeli bilmiyorum. Demek ki, artık Cumhuriyet’i o çok tenkit ettikleri evliya menkıbeleri üzerinden anlatmaya koyulmuşlar. Aydınlanma dedikleri iş hurafeciliğe kadar düşmüş anlaşılan. İyi ki Türk askerinin Hatay’a girişiyle ilgili fotoğraflar ve orada valilik de yapmış olan eski İçişleri bakanlarından Şükrü Sökmensüer’in anlattıkları var elimizde. Onlara baktığımızda kadınların çarşaflı ve peçeli olduklarını görüyorsunuz ve soruyorsunuz: Bu kadınlar mı başlarını açmış, saçlarını kesmiş, sonra “süpürge gibi yapıp” kışlayı süpürmüşler?
Menkıbe anlatmak yerine Cumhuriyet’in anlamı üzerinde düşünsek daha iyi ederiz bence. Mesela Prof. Kemal Gözler “cumhuriyet”in Latince karşılığı olan “res publica”nın anlamını şöyle belirliyor: “Res”, kamu ve halk anlamındadır. “Publica” ise kamu malı, halkın malı demektir. Dolayısıyla “res publica” demek, “halkın malı olan devlet” demektir. Keza “cumhuriyet” de Arapçada aynı anlama gelir. Yani “halka ait olan devlet”.
Soralım o zaman: Bizde Cumhuriyet hiç “halkın malı” oldu mu? Yoksa halka rağmen gerçekleşen bir dayatma rejiminin mi adıdır? Cumhuriyet “aynı kararı kabul edenler anlamındaki “cumhur”la buluştu mu?
Buluşmadığının en keskin kanıtını İsmet İnönü’nün “Medeni Bilgiler” kitabına eklettiği şu cümlede bulabiliriz: “Bir millet birinci derece milletler sırasına her şeyden evvel askerleriyle ve askerliğiyle dahil olur.”
Bununla her yıl caddelerimizde boy gösteren “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” afişleri arasında hiç fark yoktur. Org. İlker Başbuğ’un “Türk Silahlı Kuvvetleri Türk milletinin özüdür” vecizesi de aynı zihniyetin eseridir. Halbuki daha önce yazdığım gibi Atatürk bile millet ile ordu hakkında böylesine katı bir askerî ağırlıklı denklem kurmamıştı.
Peki belli bir kesimde uyanan ‘Cumhuriyet elden gidiyor’ paniğini nasıl anlamak gerekir? Bunun sebebi, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının uyuşmazlığında aranmalıdır.
Dr. Cevat Okutan ilginç bir analiz yapmış doktora tezinde (“Cumhuriyetçi Paradigma-Paradigmatik Cumhuriyet”, Paradigma Yay.: 2006).
Cumhuriyetin bir ‘yönetim biçimi’ olduğunu, devlet olgusuyla özdeş kabul edilmemesi gerektiğini belirten yazar, onun temel bireyselliği dışladığını ve milleti ‘ortak bir fayda’ya göre yönetmeyi hedeflediğini iddia etmektedir. Millet fedakârlıkta bulunacak. Ne için? Diyelim ki, devletimizin muasır medeniyetler seviyesine çıkması için.
Demokrasi ise ‘idari bir anlayışı’ temsil eder ve Cumhuriyet’in tersine, bütünü, ortak faydayı değil, bireysel faydayı ve bireyi öne çıkartır. Batı’daki süreç, cumhuriyetten demokrasiye, milletten bireye, ortak faydadan bireysel faydaya doğru olmuştur. Şimdi de Türkiye’de yaşanmakta olan budur.
1923’te kurulan ulus-devlet, bireyleri değil, yurttaşları esas alır. Birey yoktur, millet vardır. Millet de resmi ideoloji doğrultusunda eğitimle yetiştirilmiş yurttaşlar ister.
Ancak sorun şuradadır:
Türkiye’de Cumhuriyet’in bir ulus-devlet formunda kurulduğu yıllarda dünya bu sistemden vazgeçmektedir. Yani biz Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ulus-devlet temelinde kurarken, aslında geç kalmış bir ideolojiyi üstleniyorduk. Çünkü Batı dünyası, cumhuriyetin bütüncü, toptancı karakterinden demokrasinin bireyci karakterine doğru bir dönüşüm yaşıyordu. Bu dönüşüm, 1930’larda İtalya ve Almanya’da bozulup da yeniden bireyci olmayan Nazizm ve Faşizm gibi yapılara dönülünce bizi yeniden etkisi altına alacak ve 19 Mayıs gösterilerinden bildiğiniz tek komutla on binlere hükmeden bir Şef tablosu karşımıza çıkacaktır.
Dolayısıyla Cumhuriyet 87 yıl önce kurulurken tak bir bıçak sırtındadır. 1923-1925 döneminde 1,5 yıl kadar sansürlü de olsa bir demokrasiye dönüş umudu vardır. Ancak benim “sivil darbe” demeyi tercih ettiğim Takrir-i Sükûn (Susma Yasası) ile bu umut ertelenecek ve sonuçta dış konjonktürün zorlamasıyla İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra çok partili demokrasiye geçilecektir. Ancak buna da yine bütüncü kafaların, yani “totaliterler”in ne kadar izin verdiğini darbelerin aynasında görebilirsiniz.
Bugün yaşadığımız resepsiyon sıkıntıları, Cumhuriyet’in demokrasiye dönüş sürecinde bireyin yerini aramasından kaynaklanıyor. Cumhuriyet’in kuruluş dönemine takılıp alanların bu büyük dönüşüme tepki duymaları, paniğe kapılmaları normal. Normal olmayan, bu evrensel süreci durdurmaya güçleri yetmeyeceği halde zorla durdurmaya kalkmalarıdır.
31 Ekim 2010, Pazar
One Comment
ali
4 Aralık 2010 at 18:42teşekkürler yazılarınız harika bende paylaştıkça paylaşıyorum.