Feth-i mübîn’in 562’nci sene-i devriyesindeyiz. Bu vesileyle âdetimi bozarak size bundan 63 yıl önce çıkmış bir yazı nakledeceğim. Öyle bir yazı ki, neredeyse hiçbir cümlesine değil, kelimesine bile dokunamadım.
İmzasız olan yazı, “Serdengeçti” dergisinde çıkmış (Mayıs-Haziran 1952). Başlığı: “Fatih Sultan Mehmet Han’ın hitabı.” Üzerinden yarım asırdan fazla geçtiği halde değerini koruyan bu çarpıcı metni ders çıkara çıkara okumamızda fayda var. Zira ziyadesiyle muhtaç olduğumuz mesajlarla yüklü.
Buyurun, imzasız olmakla birlikte merhum Serdengeçti’nin kaleminden çıktığını tahmin ettiğim o yazıyı tada tada okuyalım (konuşan, dirilmiş olan Fatih’tir):
“500 önce bana kılıcımın hediyesi olan bu ülkenin semalarında, bugün nail olduğum ‘ba’süba’delmevt’ sırrıyle etrafıma bakıyorum.
İstanbul, asırların değiştirdiği bir şehir. Evladım taşra mülkünün varını ona harcamışlar. Onun şimdiki binalarının ihtişamı yanında Topkapı Sarayı’mız eski bir medrese halinde kalmış. Bizden sonrakiler nefislerine hizmet etmişler. Biz cami, medrese, çeşme, imaret yaptırdık. Onlar köşkler, apartmanlar, devlet sarayları, oyun yerleri yaptırmışlar. Bizim vaktiyle kıyamete kadar Muhammed ümmetine hayır kastıyla kurduğumuz vakıfların yerinde, halkın yağmasına vesile olan menfaatler dolaşıyor. Bizim düşmandan aldığımız ganimetleri onlar milletten almışlar. İslam halkının tehlîl ve dua ile doldurduğumuz ağızlarından şimdi hep menfaat ve birbirlerine şekavet yadı dökülüyor. Yollarını ne kadar şaşırmışlar!
Bu etrafımda gördüğüm kâbuslar nedir? Üç tepede üç haçlı zaferi görüyorum. Bu şehrin fethine anahtar olsun diye inşa ettirdiğim büyük Peygamber’in ismini taşla yazan Rumelihisarı’nın üstünde Protestanlar nâkus (çan sesi) inletiyorlar. Ben keşke orada şehid olsaydım. Belki türbem ahfâdımı bu zilletten korurdu.
Ya Ayasofya’nın minarelerindeki ezan sesini kim susturdu? O minarelerde okunan ezan, Allah’ın adı yanında Peygamber’in adını göklere dağıtırken ecdadına bağlı ruhlarda beni de düşündürüyordu da ondan mı? Bin haçlı ordusu bunları yapamazdı! Siz nasıl yaptınız? Bunu asıl yapanlar, şimdi hürriyet kahramanları diye başka bir tepede abide altında defnolunmuşlar, taziz olunuyorlar.
Heyhat bana, heyhat asil evladıma! Bu şehri görmek istemem artık. Ufuklara çevriliyorum. Bakışlarım daha uzaklara dalarak, düşman emelleriyle minarelerinde ezan sesleri susturulan Ayasofya’nın kubbesinden Irak ve Acem’in hudutlarına kadar bütün Anadolu’yu kucakladı. Nice yüz bin şehit kanıyla üzerinde birlik kurduğumuz bu vatan ne kadar perişan olmuş! Kurduğumuz birlikse ayaklar altında. Bir olan Allah’ın adına bağlılık öyle gönüllerden düşmüş ki, hangi emelde birlik kalmış? Ecdadımın ve benim bir asır döktüğümüz kanların mayası birlik yoğuracakken, şehir şehre, köy köye düşman kesilmiş. Allah’a sığınır gibi hasis menfaatlarına sığınan genç ruhlar ise iki zevk ve devlet şehrinin kapılarından taşraya çıkıp halka hizmet emelini kendinde bulamamış; çıksa da yine menfaate secde edip halka belâ kesilmiş. Maarifte mi birlik kalmış? Bizim İstanbul’dan başka, her birini ayrı kültür ve irfan seviyesiyle ihya ettiğimiz Bursa, Konya, Kırşehir, Urfa, Kayseri, Sivas, Amasya medreselerimizden halka dağıttığı nur ve iman yerine bugün buralarda taassup ve cehalet hüküm sürüyor. Türk yurdunda kaç türlü mektep var? Semâlarına kılıcımla “âmentü” yazdığım şehirde Türk olan laiklerle Müslümanların mektebi, onların da yanında Yahudilerin, Protestanların, Katolik misyonerlerin ve bütün haçlıların mektepleri var.
Şaşırmış ahfâdım, bedbaht evladım! Ruhlarınız bambaşka makinelerden çıkarken onlarla aynı millet yapısını yapmak mı istiyorsunuz? Elbette bu imkânsız olur, birlik yerde sürünür. Sizin muazzam birliğinizi yaratan dünya tarihinden daha azametli tarihiniz dururken, her devriliş devrinde, her inkılabınızda başka bir millete benzemek istediniz. Kölelerimiz olan zümrelerin her biri bir millet olup da sizden ayrıldıktan sonra sizin içinize sokulup da bünyenizin içinde yabancı bir millet yarattılar ve yine size, bizleri, sizi bir millet yapan ecdadınızı inkâr ettirerek, size düşman olan bu yabancı varlığa Türk milleti dedirtmek istediler. Sizi de bu varlığa hizmetkâr yapmak hırsıyla çalışanlar, sizden nice kahraman başlar kopardılar. Sizin içinizden namus ve azametinizi temsil edenleri zalim mahkemelerde mahkûm ettiler; zillette hizmetkâr olanlarınıza ise devletinizi peşkeş çektiler.
Asırlık servileri ecdâdımın ve evlâdımın ruhâniyetini terennüm eden şu kabristana bakın; meyhane kokuyor. Gazâ meydanlarından eserek mescitlerinizi dolduran hayâ sizi zehirler olmuş. Mâbet sizce yüz karası, ezan sesi düşman sesi demekmiş. Fedakârlık hamakat, duygu, iffetsizlik sayılmış, mertlik size haram olmuş. Merhamet yerini nefsaniyete bırakmış. Âl-i Osman’ı evlad-ı Yahud eliyle tahtından indirmişsiniz. Bize boyun eğmiş olan pespâye barbarların çocukları, zamanınızın sömürge diyarlarının prenslerine bunu revâ görmediler. Kimden intikam aldınız? Ecdâdınızdan mı? Şüphe götürmez gerçek atalarınızdan mı? Mezar taşım sizden daha vefakâr; hiç olmazsa adıma lânet karıştırmadı. Her hakkı, her idraki çiğneyen varlığınızın bir tek gayesi varmış: saltanatı ortadan kaldırmak. Saltanat… Saltanat nedir size anlatayım. Çünkü iz’anınızı çalmışlar.
Biz bir ilahi saltanat kurmak için yaşadık; bu uğurda cihad ettik. Bu uğurda şiddet kullandık, kendi ailemiz hakkında bile. Biz saltanat-ı ilâhiyye ile ilâ-yı kelimetullâh uğrunda şiddet kullandık. Sizin bin, yüz bin saltanatınız var: her biri bir dünya, bir menfaat, bir fitne saltanatı: hukukî saltanatlar, iktisadî saltanatlar, zümrevî saltanatlar ve bu saltanatların milleti parça parça bölen yüz binlerle esirleri. Biz ilâhi iradenin yalnız bir saltanatını kurmuştuk ve bir olan Allah’a teslim olmuştuk. Siz, her saltanatı tesis için binlerce zulme uşak, binlerce zâlime esir oldunuz. Siz nefsinizin, siz arzın, siz halkın ve siz her şeyin kölesisiniz! Biz, devletteki birliği yıkıcı eşkıyâ başlarını keserdik. Siz eşkıyânın eliyle milletin en ulvî başlarını düşürdünüz. Bir ulvî başı koparıp binbir belâ olan binbir ejderhâ başı yarattınız. Şimdi kim kime esir oldu?
Ruhlarınızda saltanat kuran kâbusun pençesinde iken kendi hürriyetinize beyhude inanmak için çırpınıyorsunuz. Lakin idrakinden artık uzaklaştığınız bir şeyi ve bu bir şeyle birlikte her şeyi kaybettiğinizi de hissediyorsunuz. Mâbetler anbar yapılıp âyetlerin üzerinde bitler dolaşırken nice sultanlarınız beton saraylarda, devirmekliğime feleğin vefa etmediği Batı Roma çocuklarının terennümlerini mırıldanıyor! Koca Sinan’ın Allah’a el ve kanat açan âbidesi olan mâbedin kapısında, üç kıtada kalkan kullanmış ataların bedbaht evladı, mihraba doğru tükürüp geçen İslam çocuğunun lakayt nazarları önünde gök gözlü haçlı çocuklarının ayaklarına kadar eğilmiş, terlik çeviriyor!
Heyhat! Heyhat! Kapansın bu perdeler. Örtülsün bu manzara.
Yerde duran haysiyeti kaldırmak istiyorsanız size bir cihâd yaraşır. Öyle bir cihâd açmalısınız ki, onda disiplin şuursuzluğa, huzur ihtirasa feda edilmesin. Ahlâk kaidesizlikle, Allah ümitsizlikle çiğnenmesin. Vicdanlar kin ve gayza hasret çekmesin.
Bu cihâdın ilk şartı: Birleşin ve bir kılıcın üzerine yemin ediniz. Bu kılıç imanla irfandan yapılmış olsun! Bu kılıç elinizde olduğu halde Hakka saldıranlara yürüyün! Mesuliyetsiz vicdanlara, hayâsız alkışlara doğru yürüyün! Hesapçı korkulara, yalancı maskelere doğru yürüyün! Yürüyün, bunlar yıkılsın artık! Yürüyün, putlar kırılsın artık!
Ancak o zaman benim ve şerefli evladımın çocukları denmeye hak kazanacaksınız! Kılıcım size emanet olsun!”
31 Mayıs 2015, Pazar