Cervantes’in tarihimize değdiği nokta
Onu hep yeldeğirmenlerine cesurca hücum eden Mançalı Beyzâde ve onun uşağı obur, düzenbaz, açgözlü ve tamahkâr Sanço Panza’nın yazarı olarak tanıdık hepimiz.
Şovalye romanlarını okuya okuya kafayı üşüten ve ezilen dulların, sıkıştırılıp bunaltılan bâkirelerin, masum öksüz yavrucakların hakkını korumak veya aramak üzere “şovalye” olmaya karar verir Mançalı Beyzade, yani Don Kişot. Fersûde bir şovalye zırhı temin eden ve kafasına da tolga bulamadığı için bir berberden tıraş taşı alarak takan şövalye, ‘diyalojik kontrpuanı’ olan Sanço ile birlikte ıssız bucaksız İspanya toprağındaki ironik yolculuğuna çıkar.
Cemil Meriç’e bakılırsa, Don Kişot, “anti-romanesk bir roman, eski romanlar karşısında atılan bir kahkaha”dır. Unamuno ise Don Kişot’u İsa, Sanço Panza’yı havari olarak yorumlar. Yağmur Atsız’a göre ise 68 dile çevrilmiş olan bu şaheser İspanyolca edebiyatların en meşhur örneğidir. Avrupa’da Kitâb-ı Mukaddes’ten sonra en fazla satan eser unvanı, biraz abartıyla da olsa, Don Kişot’a lâyık görülmüştür.
Ne var ki bu yazıda Don Kişot üzerinde değil, yazarı Cervantes üzerinde durmak istiyorum; daha doğrusu Cervantes’in bize yakın duran; ama karanlıktaki yüzüne biraz ışık tutmak istiyorum.
Yağmur Atsız’ın Cervantes: İnebahtı’nın Tek Kollusu (Boyut Kitapları, İstanbul 1997) adlı kitabında Don Kişot yazarının, romanlarına taş çıkartan hayatı bir macera romanı üslubunda özetlenmiş bulunuyor. Fakat Atsız’ın Don Kişot ve Cervantes’i sanki ilk defa kendisi Türkçede tanıtıyormuşçasına bir heyecanla kaleme aldığı kitaptan önce Türkçede bu konuyla ilgili neler çıktığını tarayabilseydi, mesela Cemil Meriç’in bundan yaklaşık 20 yıl önce kaleme aldığı “Tanımadığımız Don Kişot” başlıklı yazısına rastlayabilir ve bir müttefik bulma heyecanını, metnine zammedebilirdi (bkz. Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yıl: 8, Sayı: 4, Ekim 1979, s. 35-46).
Yine de Atsız’ın verdiği bilgiler ilginç ve sanıyorum birçoğu ilk defa bu kitapla okuyucunun huzuruna arz-ı endâm ediyor. Mesela Cervantes’in bizim tarihimize İnebahtı deniz savaşı kanalıyla karışmış olduğunu biliyordum da (göğsünden iki kurşun yemiştir, sol eliyle bu savaşta çolak kalmıştır), 1575’te Türk korsanı Deli Memi’ye esir düştüğünü, Cezayir’de hapis yattığını, sonra iyi hali görüldüğünden şehirde serbest dolaşmasına izin verildiğini, o sırada Müslüman entelektüellerle ilişki kurduğunu, çeşitli defalar firar teşebbüsünde bulunduktan sonra zindanlara atıldığını, diğer esirlere eziyet edilip zindan cezası uygulanırken kendisine (muhtemelen zekâsına hürmeten) biraz torpil geçildiğini, Cezayir’de dost düşman pek çok kişinin hayranlığını kazandığını, çevresine okur yazar takımından Türk, Mağribî, İspanyol ve İtalyan pek çok insanı topladığını, o haldeyken şiirler yazmaktan geri kalmadığını, tam elleri ve ayakları prangalı olarak İstanbul’a doğru yola çıkartılmakta iken (yıl 1580’dir, yani 5 yıldır esir bulunmaktadır) Triniten Râhibi’nin fidye olarak getirdiği 500 Escudo altını sayesinde özgürlüğüne kavuştuğunu ilk defa bu kitaptan etraflı bir şekilde öğrenme imkânım oldu.
Bu kadarla kalsa iyi. Romanın o ıssız, metrûk ve yoksul dekorunun sebebi, Endülüslülere (hem Müslümanlara, hem de Yahudilere) uygulanan Reconquista’nın (İspanya’nın Endülüslülerden geri alınmasının) meydana getirdiği iktisadi, sosyal ve demografik çöküşten başka bir şey değilmiş. Meğer Müslümanların boşalttığı şehirlerde işsizlik, sefalet ve “mafya” kol gezmekteymiş. Bu başıbozukluk karşısında Don Kişot’un eski günleri özlemesine, romandaki “yeldeğirmenleri”, yani başıbozuk takımına farklı bir gözle bakmayı öğreniyoruz kitaptan. Ayrıca Türk Operası, Cezayir Zindanları ve Yiğit İspanyol gibi eserlerinde de, belki her zaman hoşlanmayabileceğimiz fırça darbeleriyle Osmanlı dünyası yer almaktaymış.
Geçen yıl 450. doğum yıldönümü kutlanan Cervantes’in, nâm-ı diğer “İnebahtı’nın Tek Kollusu”nun bu yüzü bana en az diğer yüzü kadar sıcak geldi: Cervantes ve şaheseri Don Kişot, tarihimize değmişti çünkü.
24 Mart 1998, Salı