Futbol ve büyü

Futbol ve büyü

Feribotla Yalova’ya giderken geldi “altın gol” ve insanlar, denize atlayamayacaklarına göre, koltuklarından fırlayıp koridoru doldurdular. Alkışladılar, bağırdılar, zıpladılar.

Futbolun hoş bir tarafı varsa bu işte: Kendine güveni geliyor insanlarımızın. Üzerine çökmüş bulunan kara bulutları dağıtıyor. “Biz de başarabilirmişiz” dedirtiyor onlara.

Ama ya sonra? Sokaklarda “En büyük Türkiye!” diye coşkuyla haykıran gençler yine kendi “kaka” gerçekleriyle yaşamaya devam edecekler. İşsizlikten kahvelerimiz yine dolup taşacak. Fırsattan istifade, benzine yapılan zam haberlerini bu coşku içinde kimse fark etmeyecek. Batan bankaların, hortumlamaların ardı arkası kesilmeyecek. Depreme karşı yine “akılsız” binalar yapmaya devam edeceğiz. Enflasyonda dünya şampiyonluğuna futboldan önce ulaşmış olduğumuzu gizleyeceğiz kendimizden.

Kıbrıs, idam, Kürtçe yayını gibi çözümsüz meselelerimizi konuşmaya devam edeceğiz. Yine Başbakan’ımızın hastalığına kederlenip yere çakılmış bir hükümetten medet umacağız.

Bir milyona yakın vatandaşımızın evine yılda sadece 30 milyon TL girdiğini (ayda 3 milyon TL) de hatırlayacağız. Evet sevgili memleketimin dertleri o müthiş “altın gol”le bir an için rafa kalkmış oldu.

Kutlamalar sırasında 4 kişi ölmüş diyorlar. Ne gam! Ölen ölür kalan sağlar bizimdir!

Baksanıza, başarı gelince, geçen cuma, “namaz krizi” bile çıkmadı! Acar medyamız baktı ki koskoca Anglikan Kilisesi bile rakip oyuncuların ayağını bağlayan “büyü” yapıyor, bizimkilerin namazına ses çıkarmadılar.

Söz büyüden açılmışken, futbolun büyüsünü çözmek için de çok uğraşmıştır aydınlarımız. Mesela Attila İlhan, futbolun bir disiplin işi olduğundan yola çıkarak sanayi toplumlarının futbolda başarılı oluşlarının “sırrını” izah etmişti. Ama Güney Amerika’nın futboldaki başarılarını nasıl açıklayacağız? O da kolay: Diktatörlükle. Türkiye ekonomik anlamda en kötü günlerini yaşıyor ama futbolda maşallah! O zaman nasıl oluyor da Amerika kupalarda bir varlık gösteremiyor? Yoksa ekonomisi bizden daha kötü de haberimiz mi yok?

Peki nereden geliyor futbolun büyüsü ya da bazı dostlarımızı her nedense rahatsız eden “afyon” olma özelliği?

Adorno’ya bakacak olursak, modern insanın içinde açılan dev bir “boşluk” var. Dinî, sosyal, kültürel bağlarından koparak var olmaya ve var kalmaya çalışıyor modern birey. Oysa bu, çok temel bir yalnızlığı getiriyor yedeğinde. İçindeki bağlanma ihtiyacını, bağımlılık dürtüsünü tatmin etmek mecburiyetinde bir şekilde.

Özdeşleşeceği ve geçici de olsa bir nevi tatmin bulacağı bir ortak sevinç, coşku, heyecan olmalı hayatta. Kalpsiz bir hayatın geçici de olsa bir kalbi olmalı. İşte bu bağlanma ihtiyacı futbol taraftarlığı şeklinde karşımıza çıkıyor günümüzde. Hem kulüp, hem de milli takım düzeyinde bu bağımlılığın her şeye galebe çalışının sebebi bu, Adorno’ya göre.

Ve o “Mecnun” Nietzsche, bize futbolun büyüsünü çözeceğimiz bir demet ipucu sunuyor. Güçsüzler, güçlü olanlara karşı, ilk Hıristiyanların Roma’ya duydukları gibi, ezilmişlikten gelen bir hınç duyarlar. Bir süre sonra güçsüzlerin hıncı, ideoloji olarak güçlüleri bastırır ve onun yerine geçer. Böylece öyle bir an gelir ki, güçlüler de güçsüzlerle birlikte “kültür”ü kötülemeye başlarlar.

Futbolun günümüzde ulaştığı inanılmaz “küresel” yaygınlık, benzer bir rol oynuyor. Futbol, güçsüzlere bir nevi “güç vehmi” sunuyor. Artık kitleler devrim yapamıyor ama futbol, onlarda dünyanın ya da ligin en kuvvetli takımlarını devirmek kendilerinde muktedir oldukları zehabını uyandırmaya yetiyor. Ve bu alt kültür, giderek güçlüleri de içine alarak futbol dışındaki her şeyin gözden düşmesine, dolayısıyla “barbarlık”ın kültür karşısında amansızca yayılmasına doğru emin adımlarla yürüyor.

Güçsüzlere, hayatta alınması gereken “hınçlar”ını yeşil sahada alıyormuş izlenimi vermesidir futbolu küresel bir barbarlık ayinine dönüştüren faktör.

25.06.2002

Bir cevap yazın