Bakü’den futbol manzaraları

Bakü’den futbol manzaraları

Geçen çarşamba Bakü’ye vardığımız saatlerde ortalık tuhaf bir sessizlik ve ıssızlığa bürünmüştü. O cıvıl cıvıl Bakü gitmiş, yerine bir başka şehir gelmişti sanki… Zaman, bilinmeyen bir yerlere demirlemiş gibiydi. Nereye mi? Şaşırmayacağınızdan emin olarak söylüyorum, “ikinci Türkiye–Brezilya milli muharebesi”ne tabii! Bizi karşılamaya gelen Dünyamalı Bey (şu Azeri kardeşlerimizin çocuklarına isim koymaktaki dehasına hayran olmamak kabil mi?) ve Şaik Bey ile birlikte, radyoda spikerin, sesini Azericenin o en hüzünlü tonlarına bürüyerek anlattığı maçın son dakikalarını dinliyoruz.

Otele vardığımızda maç bitiyor. Azeri dostlarımız bizi teselli etmeye çalışıyor, Türkiye’nin aslında çok “uğurlu”, yani başarılı bir oyun ortaya koyduğunu tekrarlıyorlar.

Akşam Hazar Denizi kenarında bir lokantadayız. Bakü’nün meşhur rüzgârı bile futbol sohbetinin hızını kesmeye kadir olamıyor. Bizi davet eden Bakü Üniversitesi Rektörü Prof. Selahattin Halilov ve diğer hocalar ilk ağızda tebriklerini iletiyor, sevincimizi paylaşıyorlar. Güney Kore ile oynağımız maç sonrasında kendisini aradığım Azerbaycan’ın büyük yazarı Anar’ın ise heyecanla, “Mustafa Bey, sizi tebrik ediyrem!” demesi, beynimin emdiği bir uğultu bulutu halinde peşimi bırakmayacaktı Bakü’de.

Hep tuhaflıklar da beni mi buluyor ne? Türkiye’de hiç seyretmediğim maçlara inat, Bakü’de son milli maçı seyrettim. Ama bilin bakalım nerede? Bir köşede Güney Kore’yi destekleyen “ecnebiler”in, öbür köşede ise Türkiye’yi destekleyen Azerilerin kümelendiği bu İrlanda kahvesinde, iki rakip grup da kendi Tv’lerinden izliyordu maçı: İşin ilginç yanı, Azeriler bir Rus kanalından Rusça, ecnebi taifesi ise bir Arap (evet nedense Arap!) kanalından İngilizce seyrediyorlardı. Daha da ilginci, Rus kanalının görüntüleri ekranlara 3 saniye erken ulaştığı için pozisyonları önce benim de içlerine girdiğim Azeriler “ay ay ay”larla karşılıyor, sonra öbür taraf derin bir “ohh” çekiyor, sonuçta biraz daha kalın bir dumanaltına gark oluyorduk. Maç bitiyor ve dışarı çıkıyorum manzarayı daha iyi görmek için. Türk bayrağına sarınmış kızlı oğlanlı gruplar var güçleriyle “Türkiye, Türkiye” diye haykırıyorlardı. Gruplar önce sokaklarda birikiyor, oradan caddelere taşıyordu. Zaman zaman kendinden geçmiş görünen kalabalık, caddelerde yol kesme hürriyetini kullanmak ihtiyacını hissediyordu. Arabalarına atlayan Türkler veya Azeriler, kornalarına asılarak ve dahi bayrakları dışarı sarkıtarak şehir turu atıyorlardı. Önce ünlü Neftçiler sahil yolunda bir tur, sonra doğru Türk büyükelçiliğinin önü. Bir bizdeki silah atma alışkanlığı yok Azerilerde. O da olsa sanırım aramızda hiçbir fark kalmayacak! Ben böyle tatlı tatlı anlatırken siz de eminim, “Bu adam sözü ne zaman acıya bulayacak?” diye bekliyorsunuzdur.

Aslına bakarsanız Bakü’de pek çok defa duygularımla düşüncelerim arasında kaldım: Bir yanda futbolun “zararları”, öbür yanda ise bu “hoş” manzaralar. Bir yanda “futbolik nevrozlar”, bir kolektif hayaller ve çılgınlıklar sistemi, öbür yanda ise insanların bu kadar coşmaya neden ihtiyaç duydukları sorusu.

Benim gibi futbolla ilgilenmek istemeyen birisinin (bazılarının sandığı gibi “sevmiyor” değilim, aksine sevdiğim ve zararını bildiğim için bilerek mesafeli durmaya çalışıyorum) bu kadar fazla tebrike nail olması, bir kardeş halkın futbolda aldığımız başarıdan bu kadar mutluluk duyması, futbolun ulaştığı bu ilginç küresellik üzerinde yeni açılardan düşünmeye sevk etti beni.

İsterseniz bu hafta futbolseverler diledikleri gibi coşup eğlensinler. Biz futbolun ideolojisi gibi “tatsız bahisler”i sonraya bırakalım. Zira İstiklal Müzesi’nde görevli İrade Hanım, milli bir heyecan ve şuurla müzeyi gezdirdikten sonra bana, Türk milli takımının aldığı bu galibiyetlerin Azerbaycanlıların öz benliklerini bulmalarına yardımcı olacağını söylemiş ve şunları eklemişti: “Mesai saatinde radyodan da olsa maçı dinleyerek Türk milli takımının “uğurlu olması” için dua edeceğim. Bu, bizim de millet olarak zaferimiz olacak inşaallah!”

02.07.2002

Bir cevap yazın